Makaleler > 2011 - Gandhi ve Hindistan

Gandhi’siz Hindistan olabileceğini düşünmek imkansız.
Hindistansız Gandhi olur muydu kestirmek anlamsız.
İkisi birbirini doğurmuşcasına yakın, iki kutup kadar uzak.


Bir ülke; renkli sariler*, parlak çoliler*, ipek lehangalar* ve geleneksel şalvar-kamizler* içinde sarı, kırmızı, çivit mavisi, menekşe moru kumaşlarla rengarenk….
Bir adam; keçi yününden çıkrıkla eğirdiği ipten kendi eliyle dokuduğu “khadi”* kumaşından “dhoti”siyle*...

Bir ülke; safir, zümrüt, pırlanta, altın, elmas ve yakutlarla her daim gözbebeği olmuş, herkesin gözü hep orada olmuş… Kadınları; burunlarında, kulaklarında, saçlarında, boyunlarında, ayaklarında değerli taşlar taşımış, hazine yolu haritada hep orayı göstermiş.
Bir adam; öldüğünde üzerinden çıkan ucuz gözlüğü ve sandaleti dışında geriye hiçbir şey kalmamış.


Sari: Hint kadınının milli kıyafeti haline gelmiş geleneksel giysi. Dikdörtgen şeklinde keten ya da ipek, tek parça kumaştan oluşur.Giyiliş şekli, rengi ve dokumasıyla giyen kişinin sosyal statüsü, mesleği, bölgesi ve dini hakkında bilgi verir.
Choli: Sarinin altına giyilen dar ve kısa bluzun adı cholidir. Choli bir kıyafet olarak milattan önce 10. Yüzyılda ortaya çıkmıştır ve ilk önceleri sadece vücudun ön kısmını örterdi. Rajasthan eyaletinde bu tip choliler hala yaygındır.
Lehanga: özellikle düğünlerde giyilen ulusal hint kıyafeti.
Şalvar-kamiz: Şalvar pijamaya benzeyen bir pantalondur ve belden ve bileklerden sıkıca içeri çekilir. Kadınlar şalvarın üzerine kamiz adı verilen uzun ve bol bir ceket giyerler.
Dhoti: Dikdörtgen şeklinde, dikişsiz kumaş parçası. Bacakların arasından geçirilerek belin etrafına sarılır ve düğüm atılır.
Khadi: Pamuk anlamına gelen khadi, aynı zamanda elde dokunmuş kumaş anlamına da gelir.

Bir ülke; baharatları ile yüzyıllar boyu nam salmış. Karabiber, zencefil, garam masala (baharat karışımı), kakule, kişniş, hardal taneleri, siyah kimyon, çubuk tarçınla yemekleri çeşnilenmiş. Her lokma damakta türlü çeşit hisler bırakmış. Eskilerden bu yana, baharat “Bharat”’tan geldiğinden belki adı geldiği ülkenin yerel ismi ile karışmış ... İnsanlar için yemek bir şölen, bir keyif… Başka bir çok duygu ile eşleşmiş. Sarilerinin altından tombul yanakları ve dolgun vücutları taşmış.
Bir adam; gençliğinde birkaç kez denediği et yemeyi, otobiyografisinde “bir trajedi” olarak betimlemiş. Sonraları bir takım duyguları uyarabileceğinden endişelenerek değil baharatları yumurta ve sütü de et gibi öğünlerinden kaldırarak, sadece “kendi Tolstoy çiftliğinde” yetişen çiğ meyve ve sebzelerle beslenmiş. Tüm zevklerden yalıtma, öz-disiplinini sağlama ve kişisel arınma için ağzına kilit vurmuş. Adalet, bağımsızlık ve barış için aylarca oruç tutmuş. Fotoğraflarda hep kemikleri belirgin, kaslı yapısına rağmen ufak tefek, ince bacaklı ve zayıf çıkmış.
Bir ülke; burnunuza gelen kesif kokusuyla tozun bulut bulut yükseldiği, nerden ne çıkacağını kestiremediğiniz, yolun ortasından üzerinize doğru akan, taksiler, çıplak ayaklı, hırpani görünümlü çocuklar, bisiklette, öküz arabalarında insanlar, düzensiz yürüyen keçiler, eşekler, maymunlar, inekler, mandalar hatta bazen filler… Hepsi tüm kargaşasıyla, gürültüsüyle sokaklarında. Birden göz&¨nüze takılan ihtişamıyla altından saraylar ya da bir yığın insanın yaşadığı kutu kutu barakalar.
Bir adam; Sabarmati Nehri’nin kenarında, mitolojideki aziz bilge Dadhichi’nin bir zamanlar yaşadığı, sessizliğin ve düzenin hakim olduğu, kerpiçten, tuğladan ya da ahşaptan basit evlerin, meyve bahçelerinin, tarlaların, mandıraların, tabakhanelerin, marangoz ve iplik eğirme atölyelerinin olduğu yalın “aşram”ında* haftanın bir günü “sözcüklerin değerini özümseyebilmek için” söz orucu tutan. Yaklaşık ikiyüz kişiden oluşan aşramını ve bağımsızlık direnişini yönettiği elli altmış metrekareyi aşmayan odasında, çıkrığı ve masası dışında fazladan bir eşya bulundurmayan.
Aşram: (Sanskritçe) Antik Hindistan’da orman içinde ya da dağda, azizlerin dünyanın telaşından uzak, huzur içinde yaşadıkları yere verilen ad. Gandhi komün olarak kullanmıştır.

Bazı psikanalistlerce “takıntı” düzeyinde olacak kadar kişisel hijyenine özen gösteren. Hep belli saatlerde kalkan, yiyen ve yatan. Ruskin’in “Sonuna Kadar” kitabıyla yalın yaşamında eyleme dönüştürdüğü çok şey olduğunu belirten. “Basit yaşa ki başkaları da var olabilsin…” diyen ve sadeliği kendine ilke edinen.
Bir ülke; tarihinde M.Ö 2000’lerden bu yana, İran’dan gelen Ari göçüyle beraber insanlarını hep belli “kast”lara bölen. Bu sistemi duygu ve inançlara ustaca yedirerek hala - 21.yüzyılda bile- geçerli kılan. Başlıca dört kast’ını ruhban sınıfından oluşan “Brahmanlar”, asker ve devlet adamlarından oluşan “Kshatriyalar”, tüccar ve çiftçilerden oluşan “Vaişyalar”, zanaatçı-işçi-hizmetçi ve köleleri oluşturan “Şudralar” ve kirli işler yaptıkları için (temizlik, çamaşır, balıkçılık, deri işciliği gibi) “gölgeleri bile pis” addedilen, o yüzden tapınaklara sokulmayan, gündüz sokaklara çıkmaları, kuyulardan su almaları yasaklanan “dokunulmazlar/ paryalar” oluşturan . Yapılan sayımında yaklaşık üçbin kast ve yirmibeşbin alt kast saptanan. Bir kasttan diğer kasta geçmenin imkansız, tanrının takdirine meydan okumak olarak tabulaşmış olan.
Bir adam; “Gerçek bir murit, başkasının acısını kendi acısı bilir. Herkesin önünde eğilir, kimseyi hor görmez” dizelerinden oluşan ilahiyi çocukluğunda defalarca söylediğinden belki, baştan beri karşı her tür sınıflandırmaya. Paryalara “ Harican” yani “Tanrı Hari Vişnu’nun çocukları” ismini vererek özgürlükleri ve insanca yaşamaları için hep savaşan. Öyle ki onlar gibi &¸amaşırını kendi yıkayan, aşramda tuvaleti temizleyebilen. Daha çocukken paryalardan olan arkadaşı ile oynamaması için uyarı aldığında “Uka benden çok mu farklı ki?” diye direnen. Aynı direnişi İngiltere’ye hukuk okumak için gitmek istediğinde, kastında kovulduğunda da gösteren. Kendi yazdığı otobiyografisinin son sayfalarında “İnsanın, evrensel ve her şeyi kaplayan Hakikatin Ruhu’ylayüz yüze gelebilmesi için, en değersiz yaratıkları bile kendini sevdiği kadar sevebilmesi gerekir” diyen.
Bir ülke; tarihi boyunca sık sık büyük göç dalgalarına uğramış. İnsan dokusu hep çeşitlenmiş. Zenci asıllı insanlarla istilacı Moğolların kaynaşmasından türeyen “Dravitler”, yerli halkını oluşturmuş. Kuzeyden gelen Ari ırkın yerel halkı boyunduruğu altına alması ve köleleştirmesi ve “kast sistemini” oluşturması ile insanları hep sefaleti bilmiş, sömürülmüş, ezilmiş. Değerleri, hazineleri ve kaynakları yüzünden aç gözlülerin hep daha fazlasını istediği, iştahı kabardıkça kendini ev sahibi gibi gör&¨p, halkını uyuşturduğu, sindirdiği tüm bunları yaparken aşağıladığı, insandışılaştırdığı olmuş.
Bir adam; Tagore’ye göre “Hep yukarı doğru bakan ezik ve zayıf halkı, O’nun sayesinde artık yukardan bakabilmiş”. Kendisi ile, kimliği ile, y&¨resel kıyafetleri ve çıkrığı ile barışabilmiş. Tüm bunları yine kendi otantik yöntemi ile, kendine ve halkına uygulandığından farklı olarak* “şiddet dışı” ve “şiddet dışı direniş” ile yani “Ahimsa” ve “Satyagraha” ile yapan. “Göze göz bir savaşın tüm dünyayı kör edeceğini” düşündüğünden “gücün fiziki kapasiteden değil, boyun eğmeyen iradeden geldiğini” vurgulayan. “Özgürlüğümüzü kanla alacaksak bunun bir parçası olamam” diyerek çatışmada ölen işgalci ülkenin beş polisi için, heyecanı artırarak bu duruma yol açtığını düşünüp kefaret için ölüm orucu tutan. “Uğruna öleceğim çok dava var, ama uğruna öldüreceğim hiçbir dava yok” diyerek kesin bir dille her nedenden olursa olsun kanla hiçbir sorunun çözülemeyeceğinden emin. “ Adaletsiz rejimi adaletle yıkmayı, Alkışlar önüne kansız ellerle çıkmayı” tavsiye eden.
Bir ülke; Hindu, Müslüman, Hristiyan, Sih, Budist, Caynacı bir arada. Konuşulan yirmiki dil. Dönem dönem aralarında çıkan uzun kanlı savaşlar…Öldürülmüş &¸ocuklar…
Bir adam; “Cinnah’a ölüm” diye bağıran Hindu gençlere “Ben Müslüman’ım. Hindu’yum. Hristiyan ve Yahudi’yim. Siz de öylesiniz. Kardeşlerinizin kalbine korku salıyorsunuz. Tanrı Aşkı’na! Yeter!” diye sitem etmiş. Hindu-Müslüman çatışmasında oğlunun Müslümanlar tarafından öldürülmesi ile bir çocuğun kafasını duvara vurarak ezdiğini itiraf eden ve cehenneme gideceğini söyleyerek önüne orucunu bozması için ekmek fırlatan Hindu’ya “Cehenneme kimin gideceğini Tanrı belirler. Kimse bilemez… Bir çocuk bul… Annesi ve babası öldürülmüş, tam da o boylarda bir oğlan çocuğu. Fakat Müslüman bir çocuk olsun… Onu kendi oğlun gibi büyüt… Ve onu bir Müslüman gibi yetiştir…” diyerek içindeki cehennemden kurtulmanın yolunu salık vermiş. Herkesi kucaklayan tavrı hep barıştan yana olmuş. Öyle ki 2 Ekim olan doğum gününü Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından oybirliği ile “Dünya Şiddete Hayır Günü” olarak ilan edilmiş. Nobel Barış Komitesi yıllar sonra O’na Nobel Barış Ödülü’nü verememiş olmaktan derin üzüntü duyduğunu bildirmiş ve öldüğü yıl; “yaşayan uygun bir aday olmadığı" gerekçesi ile kimseyi bu ödüle layık görmemiş.
Gandhi’yi anlamak zor… Gandhi’yi Hindistan’da, Hindistan’ı Gandhi’de görmek aslında daha zor. O ne kadar sade ve yalın, Hindistan onca alacalı ve karışık. O ne kadar emin ve dik, Hindistan o kadar belirsiz ve ezilmiş.
Gandhi’siz Hindistan olabileceğini düşünmek imkansız. Hindistansız Gandhi olur muydu kestirmek anlamsız. İkisi birbirini doğurmuşcasına yakın, iki kutup kadar uzak. Hindistan ve Gandhi…
Onu anlamak ve anlatmak gayesi; Pyrarelalve’ye 10 ciltlik “Gandhiji” yi de yazdırtsa da, Richard Attenborough’a 8 dalda Akademi Ödülü aldıran “Gandhi” belgeselini çektirse de, Amerika Birleşik Devletleri’nden Albay G.B.Singh’e O’nun özgün konuşmalarını toparlamak için hayatının 20 yılını harcatsa da, Psikanalist Erik Erikson’u Ahmedabad’a götürüp, davasında beraber olduğu birçok insanla teker teker görüştürüp; “Gandhi’nin Gerçeği” kitabı ile Pulitzer ödülü ve Birleşik Devletler Ulusal Kitap Ödülü’nü kazandırtsa da, sonraları Gandhi’nin “Mirabehn” ismini verdiği bir İngiliz Amirali’nin kızı, Madeleine Slade’i Londra’daki konforlu evinden Guajarat’taki aşrama sürükletse de, geri kalan ömrünü O’nla geçirebilmek için, O’nun gibi yaşayabilmek için adasa da; zor.
O’nu anlamlandırabilmek, özümsemek ve i&¸selleştirebilmek; şimdilerde biz “Tüketim Nesli/ Ben Nesli” çocukları için günden güne imkansızlaşmakta. Einstein’in önceden hissettiği de bu aslında. Diyor ki: “Hiçbir dış yönetim tarafından desteklenmemiş bir halk lideri: başarısı kabiliyete veya teknik aletlerin gücüne dayanmayan, sadece kişiliğinin ikna gücünden doğan bir politikacı; kuvvet kullanımını her zaman küçümsemiş olan zafer dolu bir savaşçı; amaç ve şaşmaz kararlılık ile donanmış bilge ve alçakgönüllü insan: bütün gücünü halkının yücelmesine ve geleceklerinin güzelleşmesine adamış bir kişi; sadece insan olarak Avrupa’nın eziyetlerine karşı gelmiş ve her zaman zafer kazanmış bir insan. Gelecek nesiller b&¨yle bir kişinin yaşayıp, bu dünya üzerinden geçtiğine belki de inanmayacaklar”.
Gandhi çözmesi zor bir bulmacaysa eğer; belli kavramları anlamadan taşları yerleştirmek çabası nafile. Her bir parça hayatının her kesitinde aslında aynı. Bir o kadar her daim kendine özgü, beklenmedik ve farklı. “Deha basittedir” sözünü doğrularcasına yalın, zeka pırıltısı göze çarparcasına işlevsel.
“Satya”, olmazsa olmazı. “Doğruluk/ ger&¸eklik” anlamına gelen “satya” hayatı boyunca bulmaya çalıştığı. Otobiyografisine “Doğrulukla Olan Deneyimlerimin Öyküsü” adını vermesi yaşamı boyunca hatalarından, yaşadıklarından aradığının sadece “O” olduğundan. “Hak’tan başka Tanrı’ya inanmam” derken özetlediği inancının ve hayatının temeli aslında.
“Satyagraha” ise; “Satya/Gerçek” ve “Agraha/ Dönmezlik, Güçlü olmak” kelimelerinin bileşimi ile “Gerçek için Direnmek” ilkesini tanımlar. Gandhi’ye göre bu sözcüğün sözlük anlamı dışında şiirsel bir anlamı daha vardır. O da: “Ruhsal Gücü Sevgi Olan Kişi” dir. Gandhi tarihte büyük bir devrimi şiddetdışı gerçekleştiren, siyasette sevgiye yer açan ilk liderdir. Bulmacadaki her kavram, Gandhi’yi oluşturan her parça hem kendi öz yaşamında hem ülkesinin duruşunda kendini göstermiştir. Gandhi’ye göre satyagraha direnişten farklıdır. Kendi anlatımıyla “satyagraha”;
“Bu en basit haliyle manevi bir güçtür. Ne zaman ve nasıl olursa olsun, silah, fiziksel kuvvet, ya da kaba kuvvet kullanmak imkanı vardır… Satyagraha’nın Güney Afrika’da baş göstermesiyle, ortaya çıkan zıtlığın tamamen farkındayım. Pasif direnişle satyagraha arasında temelde büyük bir fark vardır. Zayıf ve aciz olduğumuza inanmaya devam edecek olursak ve başkalarını da buna inandırırsak, pasif direnişi zayıfların bir silahı olarak terk etmeliyiz. Buna karşılık birer satyagrahis olursak, güçlü olduğumuza inanarak satyagrahayı uygularsak, bundan belirli iki sonuç ortaya çıkar, güç fikrini güderek, hergün biraz daha güçleniriz. Gücümüzün artması ile birlikte satyagrahamız çok daha etkili hale gelir ve bundan vaz geçmek için bir fırsat kollamamız gerekmez. Ayrıca pasif direnişte sevgiye yer yokken, satyagrahada nefrete hiç yer yoktur ve bu onun yönetim ilkesinin olumlu bir zaafıdır. Pasif direnişte fırsat bulunduğunda silah kullanmak hoşgörülürken, satyagrahada fiziksel güç kullanmak, uygun bir fırsat çıksa bile, yasaklanmıştır. Pasif direnişte daima karşı tarafı yıkma fikri vardır ve karşı taraftan sert bir davranış geldiği zaman, buna aynı sertlikle karşılık verilebilir, oysa satyagrahada karşı tarafa küfretmek gibi en küçük birşey bile yoktur.”
“Sevgi” bulmacayı oluşturan tüm kavramlarının özündeydi. Çünkü o, aslında “dünyadaki en incelikli güçtü”. Onun için satyagraha ilkesinde düşman sözcüğ&¨ bulunamazdı. “Kötülük yapan kötülük yapmaktan yoruluncaya kadar, kötülüğe iyilikle karşılık vermesi, kalbinde kimseye hınç duymadan, ölmeye hazır olması” en büyük gücü ve esasıydı Satyagraha’nın. “Çekişenler arasında, işin sonunda her iki tarafı barıştırma amacı g&¨den, sürekli bir aracı rol oynaması gerekmekteydi”.
“Sıkılmış yumruklarla el sıkışamazsınız” derdi. “Sevgi insanlığın, şiddet hayvanlığın kanunudur” diye eklerdi.
“Kişisel, tinsel ve siyasal bağımsızlık” anlamına gelen “Swaraj” da, “sade yaşam” anlamına gelen “Khaddar” da, “Yerli malı kullanma ve yabancı mallarını boykot etme eylemlerini kapsayan” bir kavram olan “Swadeshi” de bütünün parçalarıydı. Ülkesi için savaşımıydı. Hayatının temel taşlarıydı.
En dipte ise kendinde savaştıkları vardı. “En gizli tutkuları zaptetmek, tüm dünyayı silah gücüyle fethetmekten daha zordu”. Özyaşam öyküsünü yazdığı kitabında birbirine zıt olan duygulardan bahsetmişti; aşk ve nefret, hoşlanma ve tiksinme gibi…
“Nefsi kötülüklerden arındırmak çok zahmetli bir iştir” demiş ve “bu uğurda çabalamasına rağmen, bu saflığa ulaşamadığından” dem vurmuştu. Son satırlarında “Tüm dünyanın beni methetmesi bile beni etkilemez; hatta çoğu zaman canımı acıtır” diye yazmıştı. “Hep bana ağır gelmiştir” dediği “yüce ruh” anlamına gelen “Mahatma” adını dostu Tagore verdiğinden beridir omuzlarında çok daha fazla yük hissetmişti.
Kendini arındırırken, içinde müthiş bir azimle çalıştığı şey, “Ahimsa” yı tam olarak anlama ve yaşama çabasıydı. “Ahimsa”nın ise kesin bir tanımlamasını yapmak zor çünkü bu; daha çok “bir duyuş ve ruhsal yüceliş hali”. Genel olarak “şiddetdışılık” olarak da betimlenebilir. Gandhi için ise; “Tevazunun son aşaması”.
“Oruç ve etyemezlik” yemek yemeye dair iştahının kontrolünü, “Brahmaçarya” yani “cinsel perhiz” ise “duyguların düşünce, söz ve eylemde kontrolün&¨” sağlamada önemliydi. Otonomi bedende başlardı ve Gandhi’nin bedeni ile olan ilişkisi hep anlaşılmaya çalışıldı. Ona göre; “İnsan ne yiyorsa o” idi ve kişi kendini kontrol ettiğinde ancak dünyasını da kontrol altına alabilirdi. Hatta belki Gandhi gibi tüm dünyayı…
“Kişinin yapacağı en büyük devrimin kendi içine olacağını” bildiğinden midir bilinmez “Dünyada görmek istediğiniz değişikliğin kendisi siz olun…” en vurucu cümlelerindendi.
İnsan doğasının gizil ve karanlık taraflarına olan merakları, biyografilerini kendilerinin bizzat ele almaları, kendi deneyimleri, yaşantıları ve hisleri üzerinden insanı anlamaya çalışmaları, cinsel ve agresif dürtülerle baş etme yollarını arayışları ile Erikson; Gandhi ve Freud’un ortak özelliklerini sıralamıştır, Gandhi’yi psikanalitik açıdan incelediği kitabında. Freud, “duygusal yoldan” gitmiş ve “psikanaliz” kuramı inşa etmiş, Gandhi, “politik yoldan” gitmiş ve “satyagraha”’yı oluşturmuştur. Gandhi’yi inceleyen sadece Erikson değildir (Erikson 1969; Kakar 1990; Nandy 1980, 1983; Wolfenstein 1967; Lorimer 1976). “Gandhi’nin gerçeği ile (Satya) modern psikolojideki içgörü arasında benzeşme” Erikson’un diğer saptamasıdır. Kitapta; Gandhi’nin çocukluğu, hayatındaki evreler, aldığı kararlar, uyguladığı eylemlerin şekli, oruç ve cinsel perhizi, otorite figürü ile ilişkisinde tercih ettiği yöntem, savunma mekanizmaları, egosunun güçlü ve zorlandığı yönleri incelikle çözümlenmeye çalışılmış. “Kimlik” kavramı ile eşleşen Erikson; Gandhi’nin kimlik oluşum dönemini mercek altına almış. Gandhi’nin başarılarını iki ilke üzerine oturtmuştur: “Aktif katılım (Actuality)” ve “Birliktelik (Mutuality)”. Aktif katılım kısaca, kişinin kendisini ya da bir başkasını aktive edebilmesi, Birliktelik ise; iki kişinin birbirini bir eyleme yönelik her açıdan güçlendirebilmesi olarak özetlenebilir.
Gandhi’nin içindeki gücün kaynağı, bu bitmez enerjisinin menşei hep merak ve hayranlık uyandırdı. Anlamak zordu. Gün be gün yaşamının akışını anlattı kimileri. Doğduğu yeri, Porbandar/ Londra/ Güney Afrika/ Hindistan yıllarını, sonraki dönemleri, çevresindekileri inceledi bazıları. Hatta Sudhi Kakar “Gandi ve Mira” kitabında, aralarında 20 yılda yazılan 500 mektubun satır aralarındakileri merak etti. Kimileri inancıdır kişiyi şekillendiren dedi ve yerel dile(Gucarati’ye) Gandhi’nin kendi uslübunca çevirdiği, Hinduizm kutsal kitaplarından Bhagavad Gita’yı okudu. Anlamak Gandhi’yi, bazen ince bir detayda, bir sözünde, bir bakışındaydı. Gandhi’nin annesi, babası, 13 yaşında evlendiği eşi Kasturbai bulmacayı çözmeye yeter miydi bilinmez, çok konuşuldu, yazıldı. Kimilerince ancak ilkeleri özümsendikten sonra anlaşılabilirdi. Kimilerince anlaşılmazdı. “Sağmasaydım acı duyacaktı” dediği keçisi için ciddi bir toplantıdan ayrılmasını anlamak çoğu kişiye anlaşılmaz gelebilirdi. "Gandhi kaçınılmazdır. İnsanlık ilerleyecekse Gandhi‘den kaçış yoktur. Barış ve uyum dolu bir dünyaya doğru ilerleyen bir insanlık vizyonu ile yaşadı, düşündü ve davrandı. Onu göz ardı edersek kendimizi riske atarız” söylemi O’nu bunca izleme ve anlama çabasının nedenine dair Martin Luther King ‘in atfıydı.
Oysa O’nu izleyenlere Gandhi’nin cevabı basitti: “Bu dünyada kabul ettiğim tek şey, içerdeki ‘sakin ufak ses’. Kimse izlemesin beni, herkes kendi içindeki sesi izlemeli…”.

Nim ağacıyla anladım ben Gandhi’yi. Her sabah Gita’dan dizeler okumak için altına oturduğu ağaçtan. Öyle bir ağaçtı ki nim ağacı, çorak zeminde yetişir, başka hiçbir şey yetişmeyen yerde boy verir, birkaç yıl içinde toprağı ıslah ederdi. O’ndan sonra orası ziraat yapılabilir hale gelir, toprak canlanır, güçlenirdi.
Toprak için nim ağacı ne ise; Hindistan için Gandhi o’ydu.
Benim için nim ağacı neyse Gandhi o’ydu.
Benim içimde yeşeren toprak, nim ağacından
Nim ağacımın tohumu Gandhi’dendi.

 

 Dr. Nesli Keskinöz Bilen