Makaleler > 2010 - Görü / İçgörü Öngörü Sezgi Eşduyum Ruhsal Değişim

Hastaya “görü” kazandırmak psikoterapinin* öncelikli amaçları arasındadır. Görü, “içgörü” işlevsel ve yapısal bir benzerlik içindedirler. Bu benzerlik görünün ruhsal sağaltımda içgörüye dönüşümünü sağlar. Görü ile içgörüye “sezgi”nin katılması onları birbirlerinden ayırmayı ve aralarındaki sınırları saptamayı zorlaştırır. Güçlük burada bitmez. Çünkü görü, içgörü ve sezgiye “eşduyum” eşlik eder ve tümü karşılıklı bir etkileşim içindedirler genelde. İşlevlerin birbirlerini sürekli etkilediği bu birliktelik görü, içgörü, sezgi, eşduyumun birbirlerinden bağımsız birimler olarak betimlemelerini çok güçleştirmektedir.

Çalışmamızda işlevleri, etkileşimleri ve dönüşümlerine dayanarak “görü”, ”içgörü”, ”sezgi”, “eşduyum” birbirlerinden ayrışmış ruhsal birimlermiş gibi tanımlanmaya çalışılacaktır. Psikoterapide “ruhsal değişim” anlayışımız fobikler ve saplantı zorlantı nevrozlarından örneklerle çalışmanın son bölümünde yer almaktadır.

Görü, içgörü, bireyleri, davranış, duygu ve tasarımlarının bilinçdışı amaç ve nedenleri yönünde bilinçlendirir. Böylece hastalar ilişkileri ve ilişkilerinde simgelenen tasarımları hakkında bir duyarlılık kazanır ve onların algılanmayan nedenlerini araştırmaya başlarlar. Görürler ki çok kullandıkları hatta ülküleştirdikleri bazı davranışları işlerine yaramıyor, içlerinde kendilerine zarar verenleri de bulunmaktadır.

Sürekli dışlanan hatta aşağılanan ve bundan da “beni dışlıyorlar”, “beni önemsemiyorlar” diye yakınan bir hasta bu sorunlarını psikoterapide irdeleme olanağı kazanır. “Ben çok iyi bir insanım”, “o kadar iyiyim ki başkaları benden önce gelir”, “ben nazik bir insanım”, “kavga bana yakışmaz” gerekçeleriyle dışlanma ve önemsenmemeye kendisinin izin verdiğini g&¨rür. Zamanla başkalarına öncelik vermenin “iyi bir insan” , “nazik” ya da “barışçı” kişi olmakla bir ilintisi olmadığını anlar. Anlar ki başkasına önceliğin sınırlarını, onların dışlamaları hatta aşağılamalarına izin verecek kadar genişletmek, kendi zararınadır ve ona bir şey kazandırmamaktadır. Görü kazanmak, dışlanma ve önemsenmemelerden yakınan kişinin bu aşağılanmalardaki kendi katkısını anlaması, başkalarının değil kendisinin dışlanma ve önemsenmemeye neden olduğunu kavramasıdır. “Ben barışçıyım”, “ben başkalarına öncelik veren nazik bir kişiyim” gibi bilişsel kalıpların aslında çatışma ile çatışma korkularından sakınmaya yaradığı yönünde bilinçlenmesidir ( Odağ C. 2008 S.79). Bu bilinci kazanan kişi alışageldiği tutum ve davranışlarını sorgulamak ve bu sorgulamanın rahatsızlığını yaşamak konumundadır. “Görü” böylece iç evrenimize yönelmesi, derinlik kazanması, rahatsızlık vererek değişime güdülemesi ile “içgörü” özellikleri kazanır. Süreç, görünün içgörüye dönüşümüdür aslında. Yaşanılan rahatsızlık kişiyi “sen bu tavırlarını değiştirmelisin” yönünde güdüler. İçgörü kazanma, iç evreninde gördüklerinden rahatsız olma ve rahatsızlığın değişime güdülemesi bir döngü oluşturur. Üçlünün bu döngüsü psikoterapinin etkili ve onu güçlü kılan bir özelliğidir. Ama aynı döngü görü ve içgörünün iç içelikleri, birbirleriyle bağlantıları ile görünün içgörüye dönüşümünü de somutlaştırır. Bu kapsamda görünün iç evrene yönelmesi ile derinleşmesini yani görünün içgörüye dönüşümünü sağlamak ruhsal sağaltımın amaçları arasındadır.

Öngörüyse içe/geriye daha az, dışa/geleceğe daha çok yöneliktir. Kişiyi attığı adım ve verdiği karardan sonra olabilecekler hakkında bilişsel bir uyarı dizgesi gibidir. Bu anlayış öngörüyü sezgiye çok yakınlaştırır. Öngörü bilişsel ağırlıklı bir etkinlik olarak bilgi ile deneyimden, sezgi ise bilinçdışı ruhsal süreçler ile eşduyum yetilerinden daha çok etkilenir. Sezginin altbilincimize bu bağlantısı ona önümüzü açan, koruyucu özellikler kazandırır. Psikologlar ilişkilerin %80’lik bölümünün bilinçdışı algılandığını söylüyorlar. Yani ilişkilerimizi belirleyen etmenlerin çoğu (%80’i) bilinçdışıdırlar. Yani algılanan, görülen, duyumsanan ve işitilenlerin dört misli fazlası bilinçdışında işlenir. Bilinçdışına atılan ruhsal öğelerin bir kesimi önbilincimizde sansüre uğrar ve geriye (dışarı) atılırlar. İçeriye alınanlar, irdelenir, seçilir ve bireşimleri (sentez) yapılır. Sağlıklı bir gelişimde sezgi, nitelenen bilinçdışı işlemlerin bir sonucu, koruyucu bir sesi, yaşamı kolaylaştırıcı bir geribildirimi gibidir. Yanlış adım atmamızı önleyici ve içinde bulunan koşullardan sonuçlar çıkararak kararlarımızda belirleyici etkileri vardır. Kohut, (1996 s. 253) bilgi ve deneyimleri çoğalan uzman kişilerde, uzmanı olduğu alanlarda düşüncelerin süratlendiği ve bunun sezgiye bir hız verdiği kanısındadır. Kanısınca sezgisel gibi görünen tepkiler, yargılar, değerlendirmeler ya da gözlemler büyük olasılıkla zihinsel işlemin büyük bir hızla yapılması dışında, özünde sezgisel olmayanlardan farklı değillerdir. Biz ise sezginin bilinçdışı bağlantısı ve uyarıcı bir dizge olarak işlevlerine daha çok önem veriyor ve konu üzerinde biraz daha durmak istiyoruz. Sezginin salt süratlenmiş düşüceler dizgesi olduğu anlayışını sınırlayıcı bulmaktayız çünkü.

Olumsuzları yadsıyan histeriklerde sezginin uyarıcı etkisi düşüyor. Daldan dala atlayan, gerçeklerden, aslında gerçeğin acılarından kaçan, tatlı bir d&¨şlemler dünyasında yaşayan histerikler önlerini göremiyor ve geleceğin getireceği acıları düşünmüyor, yarattıkları yapay dünya ile gerçek yaşamın örtüşmediğini bir türlü sezemiyorlar. Sezginin zedelendiği konumlarda görü ve içgörünün sınırları da daralıyor. Bu, histeriklerin kolay inanmaları, kolay aldatılmaları ve bir düş kırıklığının ardından bir başkasını yaşamaları sonuçlarını veriyor. Histeriklerin şen ve şakraklıklarının, çocuksu davranışlarının ardında bu düş kırıklıklarının acıları vardır. Attığı düşüncesiz adımlar, verdiği acele kararlarda hangi üzüntülerin yaşanacağını önceden ayrımsayan öngörü ve sezgi eksikliği belirginleşir. Burada kullandığımız “düşüncesiz adım” deyimi öngörü ve sezgi eksiliğini gösteren ilginç bir örnek olma özelliğini taşır.

Buna karşın depresif bir yapı taşıyanlarda tek yanlı ve olumsuzlarla yüklenmiş sezgi ağırlık kazanır. Bitmeyen karamsarlıkları ve her an bir felaketin olacağı beklentisi, her şeyin olumsuz sonuçlanacağı inancını, onların yalnızca acıları, içinden çıkılmaz bir batağı öngören sezgilerinden ayırmak güçtür. Öte yandan annenin içtepisel sezgileriyle yeni doğanların uyaranları arasındaki bağlantının önemini tüm çocuk ruhçözümcüleri vurgulamaktadır. Bu bağlantı çocuksu istek, gereksinim ve örgütlenmemiş uyaranlarının algılanmasını sağlıyor ve böylece sezgiye bir eşduyum özelliğini de kazandırıyor.

İçgörü, öngörü, sezgi ile eşduyum arasındaki şiddetli etkileşimin en somut örneklerini “narsisistik nevroz”lular verir. Bu etkileşimde eşduyum önem açısından hepsinden önceliklidir. Çünkü eksikliği narsisistik nevrozun patolojik nedenlerinin başında gelenini oluştururken, eşduyum, sağaltımda tanısal ve sağaltımsal bir araç olarak da kullanılmaktadır.

Kohut eşduyumdan yoksun bir anneyi özsevisel (narsisistik) nevrozun önemli bir nedeni olarak değerlendirdiğini yapıtlarında sık sık yinelemiştir. Ama Kohut terapistin eşduyumsal yaklaşımını ruhsal sağaltımın vazgeçilmezleri arasında da saymıştır. Biz bu görüşlerin önemini vurgulamak ama sınırlarını da genişletmek istiyoruz. Deneyimler, tüm nevrozların oluşmasında eşduyum, sevgi ve sıcaklık eksikliğinin önemli etmenler olduğunu bize öğretmektedir çünkü. Aynı etmenlerin tüm nevrozların ruhsal sağaltımındaki önemleri, onlara sağaltımın “vazgeçilemezleri” özelliğini kazandırmaktadır. Ayrıca ruhsal sağaltımda eşduyumsal bir yaklaşımın tüm nevrozlarda özsevisel nevrozlardaki kadar onarıcı etkileri olduğu yönünde görüş birliği bulunmaktadır. Psikoterapistler arasında eşduyum yetileri güçlü olanları daha başarılı oluyorlar bu nedenle.
Öte yandan hastaya her anlayış dolu yaklaşımın, hastanın her gereksinimini duygusal anlayışın, hastanın iç evrenini yaşayabilmenin her zaman onarıcı bir eşduyum anlamına gelmediği görüşlerine de burada yer vermek gerekiyor. Bazı annelerin içtepisel sezgilerini bebekleri yerine kendi doyumlarını i&∓¸in kullandıklarını eşduyumlarının kendi doyumlarına yaradığını düşünmeliyiz. Duygu sömürüsünde bulunan anneler çocuklarıyla ilgili gibi görünürken, bu maske altında tüm yetilerini kendi doyumları için kullanırlar. Benzer bir olumsuzluğa hasta terapist ilişkilerinde de rastlanır. Psikoterapilerde terapistin hastaya eşduyumsal dikkatinin sürekliliği vurgulanmaktadır. Bacal ve ark. (1994 S.316) bu süreklilik ile ardından gelecek yorumlardaki fazlalığın hastalara kendi duygu ve yaşantılarına inanılmadığı izlenimi verebileceği yönünde uyarır. Klinik deneyimlerimiz psikoterapi eğitiminin başlangıç evresinde eğitim adaylarının yorumu gereğinden çok kullandıkları ve bu uyarıya yeterince dikkat etmediklerini bize öğretmiştir.

Eşduyum, bireyin başka birine yakınlaşması ve onun iç evrenini görebilmesi, onun iç evrenini yaşayabilmesidir. Bebeklerin ise iç evrenini yaşamak zordur. Aslında söz ve sembol öncesi (preverbal, presymbol) evredeki bebeklerin iç evreninden söz etmek olası değildir. Onlarda somut belirtilere, gördüğümüz ve işittiklerimize dayanarak eşduyum yapmak zorundayız. Bebe araştırmanları bu nedenle annenin bebelerin avutulma, sakinleştirilme, yatıştırılma gereksinimlerini ne zaman nasıl doyurmak istedikleri yönünde eşduyumsal sezgileri üzerinde durmaktadırlar. Sağlıklı süreçler sonucunda “iç evrenimiz“ oluşur ve ruhsal yapımız bir “derinlik” kazanır. Gelişimsel süreçlere koşut olarak eşduyum, annenin içtepisel sezgilerinin önüne geçmeğe başlar. Bu nedenledir ki erişkinlerde “eşduyum” yetisini irdelerken “iç evren” kavramı ve “derinlik” boyutu ile “ruhsal birimlerin sınırları“ ve “gerileme işlevinin” önemi üzerinde ayrıca durmak gerekiyor. Nesne ilişkileri kuramcıları ( Kernberg O (2006 S. 159) içimizdeki nesneler evrenimizin bütünleşmesi (integration) ve nesne ilişkilerinin derinleşmesi ile duyguların olgunlaştığı, impulsiv davranışların azaldığı, içgörü ve eşduyum yetilerinin arttığı görüşündedirler.

Görü, öngörü, içg&¨rü ya da sezgiyi birbirlerinden ama hepsini eşduyumdan soyutlamak güçtür. Eşduyum bir bireyin başkasına yakınlaşması ve onun iç evrenini yaşayabilmesi ise bu işlemde iç evrende duyumsananları alabilme ve onları anlayabilme yetilerinin önemi belirginleşir . İç evrenimizde yani içerde ve yani derinde olan süreçlerin yaşanabilmesi için iki önemli koşula a) ruhsal sınırların geçirgenliğine ve b) gerilemeye (regresyon) gereksinim duyulur ( Bknz. Odağ 1999 nevrozlar 1 S. 77/83) . Ruhsal sınırları katı, içerden dışarı ya da dışarıdan içeri bir akıma izin vermeyen bir kişiye yaklaşmak, onun iç evrenini yaşamak zordur. Aynı biçimde iç evrenini sıkı sıkıya kapatmış, kendi derinliğine inmekte zorlanan, gerileyemeyen (regresyon) bir kişinin, başkasının iç evrenine inebilmesi, onun derininde olanları yaşayabilmesi özetle onunla eşduyum yapabilmesi de güç hatta olanaksızlaşır. Saydığımız bu etmenler “sınırların geçirgenliği” ve “regresyon” eşduyum yetisini psikopatolojiye bağımlı olmaktan çıkarır. Yani sağlıklı g&¨rünen insanlarda eşduyum eksikliği ya da nevrozlarda duyarlı bir eşduyum yetisinin varlığı gözlemlenebilir bu nedenle (Kernberg 1996 S. 261). Bazı ağır nevrozlularda ve ergenlerde olumlu eşduyum yetileri saptanıyor. Her iki kümenin sınırlarındaki geçirenliği ve gerileme işlevlerindeki kolaylıklarını burada kısaca belirtmek isteriz. Özetle sınırların yapısı, gerileme yetileri ile sevgi yatırımları eşduyumun daha önde gelen belirleyicileridir. Demek istenen, ne her çatışma ve sorunun bir eşduyum bozukluğu ne de her sağlıklı gelişmenin olumlu bir eşduyum yetisi ile sonuçlandığıdır. Jacobson,(1978 S.109) başkasının durumundan üzüntü duymak, onun acılarını paylaşmak, o kişinin yanında olmak gibi bildirimlerin içeriğini yalnızca duyguların oluşturmadığı kanısındadır. Bildirimler, acı ve üzüntüyle eşduyum yapıldığı duygusunu da verirler. Ama aynı bildirimler “yüreği yanana” yardım edilmelidir etik değerlerini de içerir. Böylesi sözel ve sözel olmayan eşduyumsal bildirimler, daha yürekten geliyor daha inandırıcı oluyorlar. Buna karşın hastaya akılcı yaklaşımı önde gelen terapistler bilişsel yetilerini daha çok kullanıyorlar. Yorum ve geribildirimlerinde duygusal yaşantılar geride kalırlar bu nedenle. Yorum ve geribildirimlerinde eşduyumun desteği de azalır böylesi durumlarda. Akılcı eğilimlerin ağırlıkta olduğu benzeri görüşmelerde ayrışmanın çok güzel betimlemeleri yapılır örneğin, hatta ayrışmadan, sevgiden, öfkeden konuşulur. Hasta terapist arasında ise yas, sevgi, öfke yaşanması zorlaşır. Yaşanmaz aslında. Yaşantıların geride kaldığı psikoterapilerde değişim de gecikiyor, gerçekleşemiyor.

Ruhsal sağaltımın amacına ulaşması yani “iyileşme”nin bir değişim sonucu olduğu ruhçözümlemesinin yerleşmiş, kalıplaşmış, temel görüşleri arasındadır. Değişim ve iyileşme birbirlerine o kadar yakın kavramlardır ki klinik uygulamalarda birbirlerinin yerine de kullanılırlar. Psikoterapilerde sıkıntı, ilişki kurma bozuklukları, öğrenim güçlükleri, saplantı ve zorlantılar, fobiler, psikosomatik yakınmalar, cinsel soğukluk ya da empotansa neden olan ruhsal etmenler bulunmalıdır ki ruhsal bir değişim sağlanabilsin. Bunu yapabilmesi için hastanın bu nedenleri görmesi, “görü kazanması” aslında hastalığının ruhsal nedenlerini kendisinde taşıdığını anlaması ve bundan rahatsız olması özetle; içgörü kazanma, rahatsız olma, değişime güdülenme döngüsünü yaşaması gerekiyor. Yaşanan döngü değişimin birinci aşamasıdır. Birinci aşamayı yaşayamayan, yakınmalarından rahatsız olmayan, onlara alışmış, sıkıntılarını gerçekdışı, ilintisiz nedenlere dayandıran, süreğen hastalar değişme gereği de duymazlar. İyileşmezler de. Değişim ve iyileşme arasındaki güçlü bağlantı psikoterapinin temel ve değişmeyen bir kuralını oluşturur bu nedenle. Bu nedenledir ki psikoterapilerde “Dr. Hanım bütün umudum Sizde, beni Siz iyileştireceksiniz.“ gibi gerçekdışı beklentilerle sağaltıma gelen bir hastaya daha baştan durumun açıklanması gerekir. Ona “başkasına bağımlılık”, “aşırı nezaket”, “başkalarını yüceltme”, “hayır diyememe”, “tartışmadan kaçma”, “hakkını koruyamama”, “aşağıdan alma”, “g&¨&¸ gösterimi”, “inada bindirme”, duygu ve yaşantılardan kaçma” gibi görülen bir tutum ya da eğilimine dayanarak yakınmalarının ruhsal nedenleri (bazen bir ders gibi) anlatılmalı ve bu etmenleri kendisinin taşıdığına işaret edilmelidir. Hastaya
“evet belli yerlerde bazı duygularınızı yaşamıyorsunuz amma bu Size ne sağlıyor, ısrarlı tutumunuzla sonunda Siz haklı çıkıyorsunuz amma bu her zaman haklı &¸ıkmak Size gerçek bir kazanç getiriyor mu? Acaba böyle davranmak Sizi bazı yaşantılarınızdan ya da başkalarını kendinizden uzaklaştırmıyor mu? Yani böylece kazanan siz mi oluyorsunuz? denebilmelidir.
Hasta zaman içinde anlamalıdır ki iyileşme içinde taşıdığı hatta bir kesimini ülküleştirdiği bu etmenlerin değişimine sıkı sıkıya bağlı bir süreçtir. Başka bir anlatımla hastayı terapisti değil büyük bir özveri ile bazı sıkıntıları da göze alarak kendisi iyi edecektir. Hastanın bu gücü ve yetiyi taşıdığına terapisti inanmaktadır. Ama terapist burada hiçbir zaman ilgisiz bir gözlemci konumunda da olmayacaktır. Elbette ki bu işbirliğinde onun katılımcı ve yön gösterici sorumlulukları bulunmaktadır.

Değişimin ikinci aşaması, hastalardaki tutum, davranış ve tasarımlarındaki değişim ile iyileşme arasındaki doğrudan bağlantının irdelenmesidir. Bu kapsamda “değişim” her hastalık biriminde psikopatolojiye bağımlı başka bir anlam, başka bir yön, başka bir amaç taşır. Değişimin ikinci aşaması fobikler ile saplantı zorlantı nevrozlularını örnek alarak anlatılacaktır.

Fobiklerin çoğu bağımsız gibi görünürken bir kişinin eşliğinde sağaltıma gelirler. Konuşmaları sağduyuludur. Kolay anlaşılır. Fobiler dışında sağlıklı bir kişi görüntüsü verirler. Terapistlerine karşı tutum ve davranışlarında bir yumuşaklık, bir nezaket sezilir. Uzun anlatımlarında herhangi bir çatışma ya da anlaşmazlığa hiç yanaşmadıkları ve bir kalıbın içinde kaldıkları görülür. “Ben!” demişti bir hastam “otobüse binme korkularım başladıktan sonra kentin başka mahallelerine gidemez oldum. Başka yerlere gidemeyişim gittikçede yaygınlaştı, gidiş alanlarım daraldı. O kadar ki, şimdi kendi mahallemden &¸ıkmakta zorlanıyorum”.

Bu kısa özette hastanın (1) başka bir nesneye bağımlılığı, (2) uyum yaparak ve nezaket kullanarak çatışma ve tartışmalardan kaçışı, (3) alan daraltarak riskten ve beklenmeyenden uzaklaşma çabası belirginleşir. Hastanın sağaltımda bu dinamikleri görerek görü kazanması değişimin birinci aşamasıdır. Tüm yapamadıklarının i&¸sel nedenlerini görebilmesi, tüm yapamadıklarının aslında korku ve saldırganlık dürtülerine karşı bir savunma olduğunu anlaması yanı görünün içgörüye dönüşmesi değişimin ikinci aşamasıdır. İçgörü değişime güdüleyen bir rahatsızlık verir çünkü. Bu bağımlılık ne oluyor deyip kendi başına adımlar atmaya, bu kadar uyum ve nezaket beni sıkıyor diyerek bir çatışmaya yanaşmaya, mahallemden çıkamaz oldum diyerek alan genişletmeğe başladığı nokta “değişimin“ ikinci aşamasını işaretler.

Saplantı zorlantı nevrozlarında ise terapistin kontrolü, onun ezberinin bozulması, ona güç g&¨sterimi çok önem taşır. Akılcı ve kontrollü konuşmaları durumunu koruma, durumunu değiştirmeme, kendinden de bir şeyler vermeme, riske girmeme amacını taşır. Söylerken söylediklerinden daha fazlasını içlerinde tutan, yapıyormuş görünürken yıkan kişilerdir. Temizlik ve düzen tutkuları mazoşistik özellikler taşır. Aynı davranışa başkalarını da zorlamanın ustalarıdırlar. Bu ustalıkla, mazoşistik tutkuları, başkalarında sadistik etkiler yaratırlar. Fobikler, bağımlı oldukları yönlendirici içsel bir nesneye gereksinim duyarken; saplantı zorlantı nevrozunu taşıyanlar, suçlamak, onun yanlış yaptığını kanıtlamak, agresyonlarını boşaltmak için başka kişilere gereksinim duyarlar. Bazen kişilerin üstlenmek zorunda oldukları bu işlevleri bir kurum ya da kuruluş görmek zorundadır. Böylesi kurumlarda işler saniyeye ayarlanmıştır, şaşmayan bir düzen içinde tıkır tıkır yürütülür. Ama havanın soğukluğu ile düzen, ciddiyet, sorumluluk anlayışının sadistik boyutlar kazandığını düşünmek fazla da bir hayal gücü de gerektirmez.
Görü kazanmak hastanın bu davranışlarının bilincine varması, onları anlamasıdır. Bazı hastalar içinse görü kazanmak terapistin güç kazanması ve hastayı kontrolü altına almasıdır. Böyleleri, bu tehlikeyi sezdikleri yerlerde monoton sıkıcı konuşmalarını şiddetlendirirler. Bunun şiddetli bir direnç olduğunu terapistler; yaşadıkları hiçlik, güçsüzlük, yetersizlik duygularından anlarlar. Bazı hastalarsa, söylenenleri anlamış görünür ve tutumlarını kendileri açıklamaya, onların yorumlarını kendileri yapmağa başlarlar. Burada hastanın, etkinliği başkasına bırakmama inadını unutmamak gerekir. Bazen hızlı değişim, hastanın duygudan soyutlanmış akılcı bir yaklaşımının sonucudur. İyileşmeyle ilintisi olmayan bir değişimdir. Bunu yutan terapist bu yetersizliği ile hastaya onunla eğlenme hatta onunla içten içe alay etme fırsatı verir. Bu nedenledir ki sağaltımın öncelikle başlangıç aşamasında terapist aşağıda, altta ve güçsüz tutmayı amaçlayan bir kuvvet denemesi olduğunu bilmelidir. Bilinmelidir ki terapist güç denemesini kaybetmek zorundadır. Bilinmesi gerekli bunca kural, ilişkilerdeki bunca tuzaklardan sonra bu hastalar için görü kazanmanın uzun süreceğini düşünmesi ve terapistin kendisini sabır isteyen bu zorluklara hazırlaması gerekiyor. Böylece kendisini terapisti ile ilişkilerinde yeteri kadar güvende hisseden hasta, başka bir deyimle, altta kalacağı, kontrol edileceği, gücünü yitireceği kaygılarını geride bırakmış hasta, dikkatini kendine çevirebilir. Kendisine ve başkalarına nasıl davrandığını kavramağa, yani görü kazanmağa da başlar. Ama bunları sözel olarak bildirmez. Çünkü bu onun için güç kaybıdır, kontrol kaybıdır. Örneğin görüşmede, susarak ya da mimikleriyle, bazı şeyleri anladığını hatta yaşadığını belli eder. Bu, görü kazanmasının yani değişimin birinci aşamasının ilk işaretleridir. Aşırı temizlik, aşırı düzen, aşırı tutum üçlüsü “trias” (Freud) ile pislik, dağınıklılık, yitim kaygıları arasında bağlantıların kurulmağa başlanması değişimin ikinci aşamasını işaretler. Kontrol eğilimleriyle aşırı düzenli, aşırı temiz, aşırı tutucu davranışlarındaki katılığın, “mazoşizmin” yumuşaması ise değişimin ikinci aşamasının çoktan başladığının belirtileridir. Hastalarınsa böylesi değişimleri dillendirme hevesleri kısıtlıdır. .

Bütün bu zorluklara karşın onların olumlu bir prognozu taşıdıklarını unutmamak gerekiyor.
Saplantı zorlantı nevrozu taşıyanların güvenilir, düzenli, kuralları ciddiye alan kişiler olması prognozu olumlu etkiler genelde.

Kaynaklar

Bacal H.A. Newman K.M. (1994) Objektbeziehungstheorien. Prolemata formmann-Holzberg. İng. Theories of object relations (1990). Columbia University Pres New York/Oxford .

Jacobsun E.(1978) Das Selbst und dıe Welt der Objekte. Suhrkamp. İng.The Self and the Object World. 1964. İnternational Universities Press.
.
Kernberg O. ( 1996) Narzisstische Persöhnlichkeitsstörungen. Schattauer. İng. Narsisistic Personalıty Disorders. 1989. W.B.Saunders Company.

Kernberg O. 2006. Narzismus, Aggresion und Selbstzerstörung. Klett-Cotta. İng: Aggressivity, Narzissism, and the Self-Destructiveness in the Pschotherapeutic Relationship. 2004. . Yale Universities Press.
.
Kohut H. (1996) Kendiliğin çözümlenmesi. Metis Yayınları. İng. The Analysis of the Self ( 1971)

Odağ C. ( 1999) Nevrozlar 1. Metabasım İzmir

Odağ C. (2008) Nevrozlar 2. (2. baskı) Metabasım. İzmir.

 

Doç. Dr. Celal Odağ