Makaleler > 2008 - Özgüven

Ülkenin her bakımdan kavurucu sıcaklar ve kaotik belirsizliklerden geçtiği bir dönemde, hem kendimize hem de en yakınımızdakilere bile kaygı ve kuşkuyla yaklaşırken, dolayısıyla özg&¨ven ve güven duygularımız ‘incinerek’ eksilirken, bu ayın konuşmasında Celal Odağ’ın “Özgüven” adlı çalışmasına yer vermeye karar verdik. Hepimizin toplumca yaşadıklarımız ve içinde bocaladığımız duygular üzerinde çokça düşünme gereksinimi ve gerekliliği içinde olduğunu düşünüyoruz.

Karamsarlığa kapılmama dileklerimizle.

ÖZGÜVEN

Giriş ve tanım:
Konuya bir gurup süpervizyonu ile başlıyorum: Bir gurup süpervizyonunda katılımcılardan bir kümesine göre konuşulan hastanın davranışları yapaydır. Bir kümesi onu biraz silik biraz belirsiz ama içtenlikli bulur. Bir kesimine göre hasta net ve zekidir Bu birbirini tutmayan izlenimler denetleyiciyi şaşırtmaz. Onları tanısal öl&¸ütler olarak değerlendirir.

Hem yapay hem içtenlikli davranan, hem belirsiz hem zeki görünen, kendisi olabilen ve kendisi olamayan, silik ve net ikileminde yaşayan hastalar bizi şaşırtır ve bizde belirsizlik yaratırlar. Bizi şaşırtan ve bizde belirsizlik yaratan kişiler yaşamı hem derinden hem de yüzeysel yaşayan , kişiliği yapılanmamış, öncelikle kimlik bütünleşmesinde sorunları olan hastalardır.

Supervizyonda tartışılan bu kadın hasta birinci evliliğinin boşanma aşamasında evli bir erkekle ilişki kurar ve bunun babası tarafından duyulursa yaşayamayacağını söyler. Babasının gözündeki ışığın sönmesine dayanamazmış . Bu kaygılarına karşın gene de “ışığı” söndürecek bir davranışta bulunmuştur.

Hasta babasını kendisine çok yakın bulmakta hatta erkeklerde babasını onun yakınlığını aramaktadır. Öte yandan onun acımasız değerlerini içselleştirmiştir. Kendi kendisini evli bir erkekle ilişki kurduğu için suçlamakta, ve bu davranışıyla içselleştirdiği katı ve acımasız değerlere sanki karşı da koymaktadır. Babasının yüzündeki “ışığı söndürecek evli bir erkekle ilişkisi “Senin inadına yapacağım” deyişi gibidir,babasının acımasız yasaklara bir karşı koyuştur.
Hastamız birinci evliliğinden bir süre sonra yeni bir adamla tanışır. Birkaç haftası tanışmayla geçer, birkaç hafta sonra nişanlanır. Birkaç hafta sonrada evlenir. Kocası ona çok sahiplenmekte ona her istediğini almaktadır. Evlenecekleri hafta kocasını önüne oturtur ve ona evlilikte en önem verdiği koşulunu söyler: Evliliğimizde her şey olabilir ama aldatma, asla!. Hemen ayrılırız!. Bu koşulunda aldat ve aldatma ikilemini hala yaşayan bir hasta vardır. Kocasına “ sakın beni aldatma” tehdidi , “sakın seni aldatmama bana fırsat verme” uyarısı vardır. Hasta aynı zamanda kendine de “uyanık ol”, “dikkatli ol”, “kontrollü ol”, “kocanı aldatma” der gibidir. Aslında bunu söyleyen a) uzun süreli ilişkiler kuracağına b)kocasının kendisini aldatmayacağına c) kendisinin kocasını aldatmayacağına inanamayan kişidir. Temelde özgüveni eksik olan kişidir.

Bu çalışmamda ben ÖZGÜVEN üzerinde duracağım. Konuya son yıllardaki anne bebek ilişkilerinin gözlemlerine dayanarak değişik bir açıdan yaklaşacağım. En erken çocukluk evresinde anne bebek asındaki deneyimler özg&¨venin çekirdeklerini oluşturuyor. Öncelikle giden annenin yeniden geriye gelmesi, korumasız yalnız görünen bebeğini koruması, onu yalnız bırakmaması, bozulanı düzeltmesi, ölçüyü kaçırmadan bebeğini beslemesi gibi olumlu deneyimlerin.

Öztürk (1998 s. 123) anne çocuk ilişkisindeki süreklilik, tutarlıklık ve aynılılığın “ temel güven duygusunun “ özünü oluşturduğu kanısındadır. Erikson özgüveni sürekliliği olan bir duygu olarak tanımlar ve üç öğesini belirtir. Özgüven her şeyden önce kendine güveni içerir. Başkasına güven ikinci öğedir. Başkalarının gözünde kendisinin güvenli bir g&¨rünt&¨sü olduğu inancı özgüvenin üçüncü öğesidir.

Sunduğum hasta ne kendisine ne de kocasına güvenmektedir. Evli bir erkekle kurduğu ilişkiler babasının gözündeki ışığı söylediği kadar önemseyemediği yani kendisinin başkalarının gözündeki görüntüsünün pek de olumlu olmadığına inandığını göstermektedir. Hastada kendi görüntüsünü olumsuzlaştıran yıkıcı eğilimler bulunmaktadır.

Eriksonun ve Öztürkün “Temel güven duygusu” anlayışından ben tanısal değerlendirmeler ve sağaltımda çok yararlandım. Buna karşın Winnicot ve Bowlby’ nin görüşlerini bu kavrama eklemek isterim. Kanımca 1970’li yıllardan sonra yoğunlaşan anne bebe arasındaki ilişkilerin gözlemlenmesi “özgüven” anlayışına yeni boyutlar kazandırmıştır.

Anne bebe anne çocuk ilişkilerinin evlerde yapılan gözlemleri. Gözlemlerinin kuramsal dayanakları

Duygusal ilişkiler kurulmadan, güvenli bir ortam sağlanmadan ( Steel 005. s.119) bebeklerin gelişemeyecekleri, yaşayamayacakları varsayımı Bowlby ve Winnicot’un ortak görüşleri arasındadır.

Sağkalımın duygusal ilişkilerin kurulmasına bağımlı oluşundaki abartıyı görmezden geliyor duygusal ilişkinin kurmanın önemini benimsiyorum. Öte yandan nesne ilişkileri kuramcıları (Bacal/Newmann 1994) ilişki kurmanın yaşamın amacı olduğu görüşündeler. Bu görüşe gelişme ve olgunlaşmanın ilişki kurmanın başka bir amacı olduğunu eklemek gerekiyor.

Bowlby’e göre viyaklama, gülümseme, kollarını uzatma, kucağa alınmayı ya da sarılmayı isteme gibi bebe davranışları tanıdık kişilerle yakınlık kurma güdüsünün belirtileridir. Görüşüne göre bu güdüsel davranışların mekânsal amacı YAKINLIĞIN duygusal amaçlarıyla EMNİYETİN sağlanmasıdır. YAKINLIK KURMA ile EMNİYETİ ARAMAK doğuşla gelir ve psikobiyolojik kökenlidir. Yani hem ruhsal hem de biyolojiktirler. Bağ ve bağlantılar ilişkilerin önemli öğeleridir. Kurulan bağlantılarda yakınlık ve emniyet arayışı birbirlerine çok yakındırlar. Emniyeti ve yakınlığı birlikte arayış her iki öğeyi birbirlerine birbirlerinden ayrılamayacak kadar yakınlaştırır. Vakfımızda RUHSAL BİRÇOK SÜRECİN, RUHSAL BİRÇOK BİRİMİN, birçok duygunun BİRBİRLERİNE YAKINLIKLARI GENELDE İÇ İ&¸E OLDUKLARI GÖRÜŞÜ AĞIRLIKTADIR. (Odağ 005. S. 47. )

Anne/bebek ilişkileri gözlemleri.
1970 yıllarından sonra, otuz yıldan daha uzun bir süredir, anne bebe ilişkileri gözlemleniyor. Birçok analiz enstitüsünde eğitim adayı bir aile bulup ilişkileri gözlemleme zorunda.

Anne ve çocuk ilişkilerinin evlerindeki gözlemlerinde çocukların anneye iki ana davranış gösterdiği saptanmıştır. Çocukların bir kümesi sağlam ve sağlıklı, bir kümesiyse yetersiz/sakınıcı bir yaklaşım göstermektedirler. Azınlıkta kalan bir kümesiyse annesini gördüğü zaman korkmakta, ondan uzaklaşma yolları aramaktadır.

Sağlam ve sağlıklı bağlar kurmuş ve neşeyle oynayan çocuk ayrılma konumlarında oyuncaklara ilgisini ve neşesini yitirmekte ya da azaltmaktadır. Ama anne geldikten sonra oyuna eski ilgisini yeniden bulmakta oyundaki neşelerini yeniden kazanmaktadırlar. Gözlemler bu çocukların annelerinin çocuğa duyarlı bir yaklaşım sergiledikleri ve onların gereksinimlerine uyabildiklerini g&¨stermektedir. Sakınıcı ve yetersiz ilişkiler kuran çocuklar ise anne geldikten sonra da oyuna ilgisizlikleri, neşesizlikleri sürmektedir. İkinci kümedeki sakınıcı davranışlar gösteren çocukların anneleri, birinci kümedeki annenin duyarlılığını gösterememektedirler.

Gözlemlerde ayrıca en sağlıklı ilişkilerde bile % 50 ye yakın bir sürede anne ile bebe arasında uyumsuzluk saptanmıştır. Sağlıklı ilişkiler kurabilen ebeveyn ya da bebeğin kendisi bu uyumsuzluğun ve çarpıklığın ayırtına varırlar. Anne bir süre sonra bu çarpıklığı düzeltmeye uğraşır. Bebe açısından annenin bu yaklaşımı onda “ bir uyumsuzluk var ama, bunu anlar, gelir ve düzeltirler” , “beni unutmazlar” gibi olumlu bir deneyimin yapılmasıdır. Yapılan olumlu deneyimler ve olumlu yaşantılarla ibre daha çok olumlu duygular ve beklentilere y&¨nelir. Annenin bozulanı düzelteceği duygusu, inancı, umudu zaman içinde bu deneyimlerle yeşerir.

Başka gözlemciler ebeveynin olumsuza tepki vermeyen, olumsuzu yadsıyan bir ilişki dizgesini saptamışlar. Bu dizgelerde öfkeye, kızgınlığa, agresyonlara yer verilmiyor. Ağlamaya, inatçılık yapmaya da. Çocuğun yalnızca beğenilen özellikleri algılanıyor, onlar değerlendiriliyor ve salt bu özellikler aracılığı ile bağlantı kuruluyor. “benim akıllı, güzel, uslu çocuğum ya da benim sevgili benim söz dinler çocuğum bu dizgeleri kullanan ailelerin deyimleridir. Öte yandan yaşam yalnızca olumlulardan ibaret değildir. Agresyonlar ise kesinlikle yalnızca yıkım anlamına gelmez, asilik, huysuzluk anlamına da. Agresyonlar enerji yüklüdürler aynı zamanda enerji depolarıdır. Yaşamı derinden duyumsatır. Sınır koymada, bireyin kendisini yaşamasında etkileri vardır. Agresyonların yok sayılması; yadsınması, bastırılması, yaşanmaması, tüm bu değerleri yitirmektir, yaşamı yarısıyla duyumsamaktır. Bir eksikliktir. İlerde Size ben zaten yaşamıyor gibiyim, yaşıyorum ama yaşamıyor gibiyim, nefes alıp veriyorum ama canlı bir kadavra gibiyim diyen mutsuz ve umutsuz bir hastaya rastlarsanız bu söylediklerimi anımsayın ve hastada buna uyan bir özgeçmişin olup olmadığını onun agresyonları algılayış biçimini araştırın.

Başka gözlemler birdenbire annesi kaybolan ya da yiten kaygılı çocukların annenin gelmesine sevindiklerini gösteriyor. Çocukta bu “annem döner, kaybolmaz, beni bırakmaz, beni destekler, bana güç verir” duygusunu yaşatır, onun sezgisini duyarlaştırır. Tıpkı acıkan bir bebenin yeterince doyuracak bir memeyi bulacağını umması gibi. Annenin duyarlılığı ile anne bebe arasındaki uyum öylesine noktalara ulaşır ki Prof. Baha Tanelinin gözlemlerine göre (kişisel bildirisi) çocuğunun acıktığını sezen annede meme kendiliğinden sütle dolar. Acıkmış bebek kendiliğinden memeyi bulur. Bebeğin acıktığında dolu dolu bir meme bulacağı deneyimlerini yapması, acıktığında doyurulacağına inanması da özgüvenin gelişmesinde önemli bir etmendir.

Verilen besinin bebeğin gereksinimlerine göre ayarlanması yani annenin bebeğini zorlamadan, onun istekleri doğrultusunda, onun ölçüsünde ve onun ahenginde onun melodisine uyarak beslemesi olumlu deneyimle arttırıyor. Annenin “o gelir, o düzeltir, o besler, o sever, o sıcaklık verir, o beni bırakmaz, beni unutmaz, o bana uyar ” özellikleriyle tasarlanması ya da bu özellikleri taşıyan bir anne tasarımının içselleştirilmesini biz özgüvenin ilk serpintileri diye tanımlıyoruz. Zamanla bu serpintilerin sürmesi ve aynı kalmasıyla inanı yeşeriyor. Annem gelir ve düzeltir, beni bırakmaz, beni anlar inanışı. BİZE GÖRE ÖZGÜVEN BU DENEYİM, HAZIRLIK ve KOŞULLARIN KALICILIK AYNILILIK DEĞİŞMEZLİK ÖZELLİKLERİNE BENZEMESİDİR.

Annenin Duyarlılığı
Annenin duyarlılığından biz bebeklerin gereksinimlerin anlaşılması ve onlara uyan bir davranışın gösterilmesini anlıyoruz: Annenin bebe ile ilişkisinde zamanı, ahengi, melodiyi sezebilen, zamanı ve ölçüyü ayarlayabilen bir yaklaşım göstermesi gibi. Yapılan bu deneyimlerde Erikson, Bawlby, Winnicot annenin besleme biçimi ile bu biçimin çocuğa etkilerine ağırlık veriyorlar. Bu yaklaşımlarında “sevebilir” , güvenilir” anne kavramları geniş bir yer buluyor. Biz bunu tümüyle doğru buluyor ama buna annenin dinamiğine daha geniş yer vermenin gereğini vurgulamak istiyoruz. Çünkü annenin duyarlılığı, aşırı duyarlılığı, duyarsızlığını salt beslenmeye bağlamak bize sınırlayıcı geliyor. Çünk&¨ bilmekteyiz ki annenin dinamiği beslenme biçimi kadar çocuğa “okşama, sevme, beden sıcaklığını yaşatma”, ” çocuğunu itme, onu bir yük gibi ya da suçlandırıcı ya da hasta edici ya da engelleyici bir nesne gibi algılaması ya da çocuğunu onaylaması, onu gurur verici, sevindirici bir varlık olarak yaşaması anne çocuk ilişkilerinin beslenmenin çok ötesindeki ÖZGÜVENİN temel belirleyicileridir. Aslında ruhsal gelişimin temel belirleyicileridir. Annenin besleme biçimi de tümüyle kendi dinamiğinin etkisindedir.

Özgüven eksikliğinin işaretleri
Uykuya dalamayan, dostluklar kuramayan, cinsel yakınlaşmada zorluklar yaşayan kişilerde güven duygularındaki sorunlar önemli bir rol oynarlar. Üçünde de kendisini bırakamayış, cinsel yakınlaşmaya, dosta, uykuya kendini teslim edemeyiş vardır. Böylesi konumlarda başkalarına ya da içinde bulundukları ortama, ya da uykuya ya da karşı cinse kendilerini teslimiyette dikkati çeken davranışların tümünde güvenilir ortam arayışının izleri yansır. Uykuya dalış bir biçimde böylesi bir ortama teslimiyettir. Cinsel yakınlaşma, arkadaşlık ve dostluklarda kendini başkasına teslimiyetin önemli bir rol oynaması gibi. Örneklerimizdeki özgüven eksikliği çoğunlukla kişinin kendisi tarafından algılanmaz. Özgüven eksikliği incitici bir duyguya neden olur çünkü. Bireylerin uzaklaşma gereği duydukları bir incinmedir bu. Güven ya da güvensizlik davranışlara yansır ve davranışlar aracılığıyla belirginleşirler.. Ama sağlıklı bir gelişimde özgüven algılanıyor ve kişiler ben kendime güveniyorum ya da güvenmiyorum diyebiliyorlar.

Örneklerle özgüven bozuklukları


1.Ülküsel tasarımlar (nesne/kendilik): YETERSİZ ÖZGÜVEN BAĞLANTISI
Kariyer yapan bir baş asistan şöyle anlatır: Bana bir şey sorarlarsa onu tüm ayrıntılarıyla anlatmak, anlattıktan sonrada anlattığım kişinin bunu tamı tamına anlayıp anlamadığını öğrenmek zorundayım. Bu bende gerginlik yapıyor, beni yoruyor. Görüşmede hastanın kaygıları üzerinde duruldu. Tam anlatamazsam beni beğenmez, tam anlatmazsam beni ciddiye almaz, tam anlatmazsam benim kariyer yaptığıma inanmaz, tam yapmazsam beni eleştirir. Tam anlatamazsam benim yetersiz bir kişi olduğum belirginleşir. Vb. Bunca kaygı derinde var olan ama ayrımsanmayan özgüven eksikliğinin somut belirtileridir, Biz bu nedenle çok şeyi hatta her şeyi bilmeğe, kusursuzluğu yani ülküsel tasarımlara sıkı sıkıya yapışıklığı varolan özgüven eksikliğinin bir savunması olarak değerlendiriyoruz. Bu tür kişiler arasında üniversite sınavlarını birincilikle kazananların olacağı düşüncesi beni çok üzüyor. Bir buçuk milyon sınav adayı arasında birinci olmak başarısını birçok adayda derindeki katlanılmaz özgüven eksikliğinin bir savunması olarak görüyorum çünkü. Bu beni kaygılandırıyor. Televizyon ekranlarında izlediğim bu birincilerde ne yaşının kıvancını ne de başarısının rahatlığını görememem bu kaygılarımı daha da çok arttırıyor.

Bununla ben birinci oluşa karşıyım demek de istemiyorum. Birinci olmak elbette aranan, istenen olumlu bir başarıdır. Ama ne yazık ki bu tür başarı kişileri zorluyor bazen de robotlaştırıyor.

2.Ergenlerde özgüven yetersizliği
Eril kimliğini bulma çabasındaki ergenlerde karşı cinse karşı duyumsadıkları yetersizlik duyguları, onların karşısında ezilecekleri kaygıları, güçlerini ve erkeliklerini gösteremeyecekleri korkularının yaygın olduğu biliniyor. Aslında bu kaygı ve korkular eril kimliğin henüz oluşmadığı ya da eril kimliği bulma çabalarının yoğunlaştığı evrede daha şiddetli ve belirgindirler. Sağlıklı bir kimlik yapılanmasıyla kaygılar ve korkular azalır. Zamanla yiterler. Öte yandan kimlik yapılanmasıyla özgüvenin gelişmesi birbirlerine koşutturlar. Bu kapsamda kimliğin yapılanması eril ergenlerin bu kaygıları ve korkularının da azalmasını birlikle getirir. Onların yerini özgüven almıştır artık. Bu özellikleriyle özg&¨ven sağlıklı bir gelişimin sonucu gibi görünür. Özgüven esnek değişebilir ruhsal yapılanmadır. Koşullara göre bozulabilir, yeniden onarılabilir.

3.Temel Güven Temel Güvensizlik
Bazı ruhsal öğelerin doğuştan olup olmadıkları tartışmalarını bu güne dek kuşku ile ve uzaktan izlemişimdir. Ruhçözümlemesinde agresyonların doğuştan gelip gelmedikleri kapsamındaki bitmeyen ve bıktırıcı tartışmaları da fazla ilgimizi çekmemiştir. Ama çocukların tertemiz yüzlerini gördükçe, arı sevgilerini duyumsadıkça, anneye koşulsuz kendilerini verişlerini gözlemledikçe, biz bebeklerin ortama, insanlara, ANNEYE görünür bir güvenle yeryüzüne geldikleri, bu güvenin tanrının bir bağışı olduğu düşüncelerine kapılıyoruz. Bu düşüncelerimize bazen çocukların güvenle dolu olarak mı? yoksa kuşkuyu tanımadan mı doğuyorlar, yoksa KUŞKUYU BİLMEDİKLERİ İÇİN Mİ GÜVENLİYMİŞ GİBİ DAVRANIYORLAR sorusu aklımıza takılıyor. Hangisi olursa olsun bu tanrı bağışı ortamın olumsuz koşullarına bağımlı olarak zedeleniyor ve zaman içinde saflığın, TEMİZLİĞİN, SEVGİNİN yerini kuşkulu bakışlar alıyorlar. Ve de bebeler bağımlı oldukları kişilere kuşku duyarak, DAHA DA OLUMSUZ KOŞULLARDA KORKUYLA yaklaşıyorlar.

Annesinden korkan annesine yaklaşamayan çocuklar gözlenmektedir. Sömürülm&¨ş, annenin kendilik nesnesi, sırdaşı, yardımcısı, desteği olarak kullanılan çocuklar annenin yakınlığından ürküyorlar. Şiddet görmüş, cinsel tacize uğramış çocuklarda bu kuşku artıyor. Şiddetle örselenmiş KİŞİLERDE ise güven bozukluğu en aşırı boyutlara ulaşıyor. Örselenmelerde kuşku, aşırı kaygı ve katlanılmaz korkular tabloyu tamamlarlar. Bu tabloda güvenin silindiği, yittiği, yok olduğu izlenimleri alınır. Örselenmelerde en derinden ve en ŞİDDETLE güvenin bozulduğu yönünde işaretler bulunmaktadır. Deneyimler bu bozukluğun çok zor onarıldığını bize söylüyorlar.

4. Duygu sömürüsü
İlişki işlevsel özellikler dışında bir alışveriştir aynı zamanda: Bir etkileşimdir. Yalnızca bir besiyle doyurulmak değil. Beslenme dışında bir duygu alışverişidir, bir yakınlık alışverişidir, bir sıcaklık alışverişidir. Değer ve önem duygularını da etkiler. Bilişsel yetilerin gelişiminde önemli ektikleri vardır. Duygu alışverişinde bedensel yakınlaşma, beden sıcaklığının duyumsanması önemli roller oynar.

Kendi doyumunda sorunlar yaşayan annelerin çocuklarıyla alışverişteki dengenin çocuğun aleyhine bozulduğu bir alışveriştir bu. Böylesi konumlarda besleme DAHA DOĞRUSU DOYUM işlevlerini bebeler üstlenmek zorunda kalırlar. Annenin çocuğunu doyurması yerine çocuğun annenin gereksinimlerini doyurmasını üstlenmesi gibi bir tersliktir bu. Kendileri aç, duygu sömürüsüne eğilimli annelerde bu denge ÇOCUĞUN ALEYHİNEDİR. Yetersiz annelerde, güçsüz annelerde, olgunlaşmamış annelerde bebeler ondan “ gel benim sevgili yavrum” yerine “git başımdan beni hasta edeceksin, beni öldüreceksin, bana fazla geliyorsun “ sesini işitirler.

Sevgiyi koşullu almış hastalar vardır ve de çoğunluktadırlar aslında. Bebe ile ebeveyn ilişkilerinde “ uslu olursan” seni severiz” koşulu ağırlıktadır. Bu ses en erken çocukluktaki deneyimlere bağımı olarak “ uslu olursan” , “ bizim beğendiğimizi benimsersen”,, “bizim istediklerimizi yapar bizim istediğimiz mesleği seçersen çocuğumuz olursun, seni severiz, seni onaylar, seni benimser, seni “değerlendiririz. ” biçimi, ne duyulur ya da sezilir. Ağır kendilik ve kimlik bozukluklarında bu ses daha acımasız ve daha yıkıcı özellikler de kazanabilir “ yakınımızda olman için kendiliğini bırakmalısın, senin kimliğin bizim belirleyeceğimiz kimliktir”, “kız olarak doğman bizim için düş kırıklığıdır, sen erkek olmalısın, sen erkeksin” . Bu sese alışmış ya da kendisini bu sese alıştırmış kişiler bekleneni yapmayı görev bilirler, bu özeni gösterirler. Aslında aynı ses güvenle ilgili iletiler de içerir. Buna alışmış hastalar güvenin üçüncü öğesine saplanırlar genelde. Ben başkalarının beni güvenilir buldukları oranda güvenilir bir kimseyimdir modeline göre de davranırlar. Tüm dikkatleri ve uğraşları başkalarının g&¨zünde onların istediği, onların güvenlerini sarsmayan bir kişi olmağa odaklanır. . Bu yaklaşımsa tek güvenilir olmakla sınırlı kalmaz, değerli olmak, sevilir olmak, sıcak ve elsever olmak gibi özellikleri de içerir. Böylesi konumlarda kişinin değeri, önemi, olumlu özellikleri dışarıdan ve başkası tarafından belirlenir. Dışarıdan gelen, ödünç alınan, dışarıya bağımlı bu beğeniler hiçbir zaman doyurucu olmuyor ve hastayı sürekli başkalarının peşinde ve bunları duyma amacında bir zorlanmaya bir cendereye sokuyor.

Bitiş.
Yılları alan deneyimlerim bana kuşku ve güvensizliğin ruhsal hastalıkların temel belirtilerinden olduğunu öğretmiştir. Hastalar birçok yakınmayı artarda sırlar, ama derindeki kuşku ve güvensizliklerini söylemezler. Dikkatlerini ruhsal hastalıklara vermiş bizim gibi kişilerin bize gelen ruhsal hastaların tümünün bizlere kuşku ile yaklaştıklarını bilmemiz gerekiyor. Kanımca kuşku ya da güvensizlik üzerinde pek de durulmuyor. Oysa kuşku ve güvensizlik ruhsal hastalıkların kardinal belirtileridir.

Depresif hastalar örneğin başkalarını önde tutan, kendi kendilerini her şeyin arkasında gören, her zaman ikinci ya da üçüncü çoğu kez de en son sırayı seçen, öz haklarını tanımayan, ancak başkasında yaşayabilen, haz alamayan tutumlarıyla sürekli kendi kendilerine haksızlık yapan kişilerdir. Ama onlar bu haksızlıktan başkalarını sorumlu tutar, dikkatlerini tümüyle başkalarına verdikleri halde bunun görülmediği ne denli özveride bulunduklarının anlaşılmadığına inanırlar. Bu inanca başkalarının nankör oldukları düşüncesi de eklenir. Ama depresif hastaların asıl sorunu tüm bu olumsuzluklardan kaynaklanan agresyonları dışarıya değil, içeriye yani kendilerine çevirmeleridir. Bunlar aynı zamanda ilişki nesnelerine kuşku ile yaklaşmalarına neden olur. Bakmayın Siz onların terapistlerine “ siz benim son umudumsunuz”, “size güveniyorum “, “ sayenizde iyi olacağım”, “tek güvencem “ sizsiniz deyişlerine, Aldırmayın onların Sizi ülküleştirmelerine. Çünkü bu deyişler bir karşı tepki kurmanın ilerisine gitmez. Kendine yönelik agresyonların ve kuşkunun terapiste gösterdikleri yapay ve abartılmış bir güvenle gölgelenmesi daha açıkçası saklanmasıdır bu. Psikoterapilerde bu ülküleştirmelerin zamanla azaldığı görülür. Ama çoğunlukla hastalar düş kırıklıklarını gizler, buradaki agresyonları kendilerine çevirir sağaltımdan yararlanamayacak, iyi olmayarak düşüncelerini şiddetlendirirler. Klinik tabloda bu depresyonun ve umutsuzluğun şiddetlenmesi, özetle hastaların daha da çok hastalanması sonucunu verir. Bu eğilimlerinde kendilerine yönelik agresyonların izleri vardır.

Histerik hastalarda örneğin çocuksu eğilimler çocuksu davranışlar ağırlıktadır. Öylesine oynak, yüzeysel, ciddiyetten uzaktırlar ki çevreyi şaşırtırlar. Öylesine kuşku ve güven arasında dalgalanırlar ki, onların kuşku ya da güveni derinden tanımadıkları ya da tanısalar bile bu duygularında sürekliliği sağlayamadıkları ya da kuşkuyu yüzeysellik, kolay değişim ve oynaklıkla savundukları düşüncelerini uyandırırlar. En derin aşkları bile uzun sürmez. Ciddiye alınmayacak bir nedenle dostlarından uzaklaşır, yeni dostlukların, yeni sevdaların, yeni umutların peşinde koşarlar. Aradıkları ülküleştirdikleri kişiler hiçbir zaman bulunmaz, umutları gerçekleşmez. Hep güven sarsıcı nedenlerle son bulur. Bu güven sarsıcı davranışlarında kuşkudan çok bir bilmezlik, kararsızlık, şıpsevdilik, ilişkileri sürdüreme yetersizliği vardır. Hastalar böylesi konumlarda kuşkularını ya da düş kırıklıklarını işleyeceklerine güven duyacakları umutlarını sürdürecekleri, yeni bir nesnenin peşindedirler. Böylece oynaklık ve yeni nesne arayışları ile bunları bulmadaki kolaylık histeriklerin savunmalarında önemli bir yer alır. Ama burada güven depresif hastalarda olduğu gibi sıkı sıkıya dış nesnelere bağımlıdır.

OKB hastaları zıt uyaranların etkisinde, ikircikli, yapma/bozma davranışları gösteren, karşı tepki kurmayı çok kullanan kişilerdir. Derinde ise çok kuşkuludurlar. Bu kişilerdeki şiddetlenmiş özerklik eğilimleri genellikle bu kuşkuların savunmasına yarar. O çok kullandıkları, çok kullandıkları için kimseyi kendilerine yaklaştırmadıkları kontrol eğilimleri bir yanlarıyla kuşkunun bir &¨rtüsü görün&¨mündedir. Ne depresiflerde, ne histeriklerde, ne de OKB hastalarında başkalarına teslimiyeti içeren bir yaklaşım, yani güvenli ilişkilerin kurulması kolaydır. Tümündeki özgüven eksikliği bu zorlukların önemli bir nedenidir. Ama OKB hastalarında güven depresif ve histerik hastaların aksine kendine, yalnızca kendine bağımlıdır. Kendi kontrolü altındadır. Prepsikotik durumlar, Borderline hastaları, Narsistik nevrozlar, Psikopatlarda özgüven bozukluğunu, yıkıcı agresyonlar yüklenmiş olması, eyleme bağlantısı, şiddeti ile ayrı bir konu olarak işlemek gerekiyor.


(TEMMUZ 2008)
Doç.Dr. Celal Odağ