Makaleler > 2011 - Ernst Hemingway ve Özkıyım

Özet

Son yıllarda vakfımızda reel (gerçek) ve ideal self (ülküsel kendilik) arasındaki uyuşmazlığın özkıyım psikopatolojisinde önemli roller oynadığı olgular gözlemlenmiştir. Ağır örselenmeler, şiddetli yas, onarılmaz yaralanmalar bu olguların ortak özellikleri gibi göründüler. Kalıtımsal bir predisposizyon dikkati çekiyordu çoğunda. Hastaların başka bir ortak özellikleriyse reel kendiliklerinden uzaklaşma çabalarıydı. İdeal kendiliğe saplanarak, başka bir anlatımla ideal kendiliğe uyan bir dünya yaratarak, o dünyanın ideal ölçülerine göre yaşıyorlardı. Başarılı ve neşeliydiler. Toplumsal ilişkilerinde etkin ve belirleyici roller alıyor, öforik bir duygudurum davranışlarına eşlik ediyordu. Bu kişilerin latent ya da manifest özkıyım düşünceleri taşıyabilecekleri akla gelmeyen bir olasılıktı.
Psikoterapilerde ise özkıyım sorununu akla getirmeyen bu yaşayış biçiminin reel kendilikten kaçışı kolaylaştıran bir savunma olarak kullanıldığı saptanıyordu. Savunmaların ise onarıcı bir etkisi olmuyor, özkıyım riskini azaltmıyor.

Çalışmamızda bu varsayımlarımızı E. Hemingway’in yaşam öyküsüne dayandırarak irdelemeğe çalışacağız. Hemingway’ın babası, iki kız kardeşinin özkıyımla yaşamlına son verdikleri, sicile geçmiş penisinin küçüklüğü biliniyor. Bu yaşanılanların ağır örselenmeler, şiddetli yas, onarılmayan yaralanmalara neden olmaması olanaksız. Öte yandan Hemingway’ın coşkulu, başarılı yaşayışı böylesi bir dramı akla getirmiyor. Bu çelişkiyi biz vakfımızda gözlemlediğimiz reel ve ideal kendilikleri uyuşmayan özkıyıma riskli hastaların tanısal bir belirtisi olarak değerlendiriyoruz.

Vakfımızın Özkıyım Dinamiğini Anlayışı

Konumuza girmeden önce vakfımızda bazı hastalarda özkıyım dinamiğini nasıl anladığımızı özetlemek isteriz.
Özkıyım düşünce, girişim ve eylemlerini kuramsal tek bir çatı altında değerlendirmek onları tek bir kurama dayanarak anlamak zordur. Aslında özkıyım dinamiğini tek bir nedene dayandırmak da olanaksızdır. Biz her hastada o hastaya özgü değişik ve çoğuletmenli bir psikopatoloji olduğu görüşünü kendimize yakın bulmaktayız.
Özkıyım düşünceleri, girişimleri ya da eylemleri çoğul nedenli karmaşık ve karışık etmenlerin etkisindedir. Vakfımızda bu karışık, karmaşık, etmenlerin riskli d&∓¨nemlerde kendi aralarında birleştikleri, bütünleştikleri ve anlamakta zorlandığımız, tehlikeyi daha da arttıran yeni bir alaşım oluşturdukları görüşü ağırlıktadır. Bunu biz “yeni bir ruhsal yapılanma” kavramı kapsamında ayrıntılarıyla betimledik (Odağ C. İntihar “suicid” 19 3.baskı. Metabasım. İzmir ). Ölümün umuda dönüştüğü “yeni ruhsal yapılanma” hastaya korkusuzca kendine kıyma olanağını sağlıyor. Yazar Stefan Zweig, roman karakterleri Madam Bowary, Anna Karenina yaşamlarına özkıyım eylemiyle son verdikleri anda üçü de dingin hatta üçü de mutludur. “Kararı vereli beri ne kadar sevinçli olduğumu bilemezsin” diyor Stefan Zweig eski eşi Fredrika’ya yazdığı mektubunda. Hatta eski eşine “yürekli ol!” der, onu avutmağa çalışır eylemden önceki son mektubunda. Biz ülkesinden koparak Brezilyaya göç etme zorunda kalan, ülkesini, kitaplarını ve bunlarla birlikte tüm umutlarını yitirmiş, çökkün Stefan Zweig ile kararı vereli beri dinginleşen, umutsuzluğu geride bırakmış Stefan Zweig’ın aynı ruhsal yapıyı taşımadığını düşünüyor, onun sevinçle ölüme yürüyüşünü değişik yeni bir ruhsal yapılanma ile gerçekleştirilebileceğini varsayıyoruz. Bu görüşümüz benliğin üzerinde pek de durulmayan ama bizim var olduğunu sezinlediğimiz ayrıştırma bütünleştirme işlevlerinin birlikteliğine dayanıyor. Stefan Zweig gibi ölüme karar verdikten sonra korkularının yittiğini, sakin ve korkusuzca eylemi gerçekleştirdiklerini söyleyen hastalar çoktur. Ciddi bir özkıyım eyleminden kurtulan bir hastam karardan sonra eylem anında bir coşkuya kapıldığını ve bunun muhteşem bir duygu olduğunu söylemişti. Bu gözlemler bizde ölümden korkan huzursuz hasta ile eylem anındaki dingin hatta coşku içindeki kişinin aynı ruhsal yapıyı taşımadığı ve karardan sonra tanımadığımız, anlamakta zorlandığımız “Yeni bir Ruhsal Yapılanma” ile eylemin gerçekleştiği varsayımımızı güçlendirmiştir. Sanıyoruz ki bu yeni yapılanma sürecinde benliğin ayrıştırma ve bütünleştirme işlevleri &¨nemli roller oynuyorlar. Jakopson gelişim süreçlerinde kendilik ve nesne tasarımlarının ayrıştıkları ve bütünleştikleri, bu ayrışma ile bütünleşmenin yinelendiği görüşündedir (Kogan 2009 S. 31). Belli ruhsal birimlerde ayrışmayı gerçekleştiren kişinin başka alanlarda başka ruhsal öğelerle bir bütünlük kurma eğiliminde olduğunu yazarak Jacobson’un görüşünü Stern desteklemiştir. (Stern 1985 S 25)

Genel Bilgiler

Özkıyım; düşünce, girişim ve eylemleri çoğulnedenli, karışık ve karmaşık etmenlerin etkisindedir. Çünkü özkıyım bazen çevreyi etkileme amaçlı bir davranış bazen bir yardım arayışıdır. Bazen aranılan bir dinginliği simgeler. Bazı hastalarda anneyle en erken çocukluk dönemlerindeki mutlu bir birliğin beklentisidir. Bazılarında bir çaresizliğin bir güçsüzlüğün bir çıkmazın sonucu gibi görünür. Bazılarındaysa tümgüçlülüğ&¨n, yaralanmazlığın, ölümden korkusuzluğun hatta ölmezliğin simgesidir. Bu tür meydan okuyuş bize kendini yaralayıcı davranışlarla özkıyım dinamiği arasında bir akrabalığı düşündürmektedir. Bazı hastalarda ise kurtuluşu simgeleyen bir umut iken bazılarında umutsuzluğun, çaresizliğin sonucu gibidir. Annesiyle sembiyotik ilişki içine olan ve sağaltımı şiddetle red eden bir genç bu çıkmazı şöyle dile getirmişti. “ anne senden ayrılmak bana ölüm gibi geliyor, ama seninle birlikte yaşamak da aynı” Yıllar önce kontrolsüz davranışlarda bulunan bir hastam şöyle demişti; “- çıkmaza girersem kendime kıyarım. Bu düşünce benim yanımdan eksik olmayan bir güvencemdir, bu bana her şeyi yapma özgürlüğünü de veriyor”. Bazen de özkıyım ergenlerde ya da histeriklerde saptandığı gibi fazla düşünülmemiş, planlanmamış içtepisel (impulsif) bir davranış görüntüsündedir. Prepsikotik durumlarda, ağır borderline bozukluklarında genelde şiddetli nevrozlarda özkıyım ruhsal bir çözülme, ruhsal bir dağılmanın etkisindedir.

Gözlemlerimiz

Son yıllarda Özkıyım düşünce, girişim ya da eylemlerinde ülküsel kendiliğin (ideal self’) önemli bir neden olarak etkili olduğu hastalar gözlemledik. Bu tür hastalarda reel (gerçek) ve ideal (ülküsel) self (kendilik) uyuşmuyorlar. Reel ve ideal selfi değerlendiren üstbenlik bu uyuşmazlığa değişik tepkiler veriyor. Cezalar ve suçlamalar bu tepkilerin önde gelenlerindendir. Jacobson’a göre üstbenlik bireyi (kendiliği) değerlendirirken reel davranışları ideal olanlarla karşılaştırır. Karşılaştırmada üstbenlik her ikisinin ne denli uyuştuklarını ya da birbirlerinden farklılıklarını saptar, reel self tasarımlarıyla içselleştirilmiş ideal değerler arasındaki belirgin farklılığa saldırgan bir eleştiri, suçlama ve cezalarla yanıt verir. Bize göre saldırgan tepkilere yıkıcılık da ekleniyor zamanla.

Kuramsal Dayanaklarımız

Freud’a göre görsel ve işitsel deneyimler, ebeveynlerin yasakları, yönergeleri ve sınırlamaları yasaklayıcı bir üstbenligin fiziksel değişmezleridir. Yasaklayıcı, sadistik, cezalandırıcı, acımasız üstbenlik deyimleri ruhçözümsel yayınlarda çok kullanılmaktadır. Klinik uygulamalar yasaklayıcı, sadistik cezalandırıcı üstbenliğin bazı hastalarda yıkıcı özellikler gösterdiğini de bize öğretmektedir. Diyabetik ya da epileptiklerin ilaçlarını düzenine aldırmayanlarda bu yıkıcılığın özkıyım eylemleri kadar yaşamsal sorunlar yarattığını biliyoruz. Wurmser madde bağımlıları ile alkoliklerde kendine yönelik bu tür yıkıcılığa üstbenliğin koruyucu işlev eksikliğinin de katıldığı görüşündedir.
“Narsisizme Giriş”(Einf&¨hrung in Narsismus (1921) başlıklı bir çalışmasında Freud kültürel ve Etik ülkülerle, ülküsel amaçların çatışmalara neden olduğunu ve çatışmaların dürtülerin bastırılmasıyla sonuçlandığını gözlemlemiştir. Bu gözlemlerine dayanarak bireylerin içsel ülküsel ölçüler, değerler oluşturduklarını ve kendilerini de bu ölçülere dayanarak değerlendirdiklerini varsaymıştır. Kanısınca özsevi ve özsaygı bu değerlendirmeden etkilenmektedir. Yani gerçek (reel) kendiliğin ideal değerlere uyup uymaması ya da değerlendirmenin kendiliğin lehine olup olmaması özsevinin ve özsaygının belirleyicileridir. Freud’a göre ideal (ülküsel) ölçüler ebeveynlerle yapılan deneyimlerden oluşurlar.
Ülküsel değerlerine saplanmış kişiler ülküsel ölçülere dayanarak yaptıkları değerlendirmelerde ideale yetmeyen gerçek (reel) kendilik imgesinin var olan olumlu özelliklerini dikkate almıyor, onları yok sayıyor. Böylece karşılaştırma acımasız ve zaman içinde de yıkıcı boyutlar kazanıyor. Karşılaştırma reel kendilik ve reel nesne imgeleriyle ideal kendilik ve ideal nesne imgeleri arasındadır. İdeal ölçülerle reel kendilik imgelerinin değerlendirilmesi Freud’a göre yalnızca özsevi ve özsaygının çarpık algılanması sonucunu vermez. Kendini böylesi acımasız değerlendiren kişi güçsüzlük, değersizlik duyguları yaşar, bir şeye ulaşamadığı huzursuzluğu içindedir. Buna karşın nesne imgelerini yani başkalarını ülküsel ölçülerle bir değerlendirme nesnelerin sıfırlandığı onların olumlu özelliklerinin tümüyle yadsındığı, haksız ve acımasız sonuçlar verir.
Son yıllarda vakfımızda, daha önce belirttiğim gibi ideal ve reel kendiliği uyuşmayan özkıyım girişim ya da eylemlerinde bulunmuş olgular gözlemlendi. Ben yazından (edebiyat) örnek verme alışkanlığıma (bknz. Dizin) sadık kalarak gene yazından bir örnekle gözlemlerimi somutlaştırmaya çalışacağım. Bu kapsamda Hemingway konumuza uygun bir örnek olma özelliklerini taşıyor.

Hemingway’ın Psikodinamiği

Hemingway gerçek ve ülküsel kendilik arasındaki çatışmanın, reel ve ideal davranışlar arasındaki uyuşmazlığın bir özkıyım nedeni oluşunu, en azından özkıyım eylemini kolaylaştırdığını gösteren öğretici bir örnektir. Belirtilen uyuşmazlığın ne özkıyımın tek nedeni ne de t&¨m &¨zkıyım riskini taşıyan hastalarda geçerli olduğunu söylemek isterim. Sorunun özkıyım eylemine dönüşebilmesi için başka ruhsal tamamlayıcı etmenlerin de sürece karışması gerekiyor. Özkıyım eylemlerine temel ya da ana bir sorunun çevresinde o sorunu şiddetlendiren ve eylemi kolaylaştıran;
“öl&¨rsem bu acım bitecek”,
“ölürsem sonsuza karışacağım, sonsuz bir dinginlik gelecek”,
“ben annemin ilaç alarak yaşamına son verişini gördüm. Bu katlanılmaz bir şeydi. Yok, olursam bu da son bulacak”,
“yok, olursam annemle bir, onunla eskisi gibi bu birliktelikte mutlu olacağız”,
gibi bilinçdışı beklenti, tasarım, bilişsel d&¨şünce kalıplarının da katkıları olduğunu düşünüyorum. Anneleriyle ilkel düzlemde özdeşlesen ve anneleriyle bedensel bir bütün oluşturan hastalarda değişik bir süreç saptanır. Özdeşleşilen anneler içinde çocuklarına düşmanca davrananlar, çocuklarını dışlayan ya da itenlerin bu “düşmanca davranma”, “dışlama” ve “itme” özellikleri de içselleştiriliyor. Bu çocuklar annelerinin kendilerine davrandığı gibi düşmanca davranır; kendi kendisini iter ya da dışlarlar ve dışlatırlar. Belirttiğim tasarım, beklenti, ve bilişsel düşünce kalıpları ya da içselleştirilen davranışlar özkıyım eylemlerinin kolaylaştırıcı etmenleri olarak ana nedenleri tamamlarlar.
Örnek: Bir hafta sonu supervizyonunda mutlu olamayan, haz alamayan, kendini olumlu yaşantılardan soyutlamış, annesine yapışık bir hasta sunulmuştu (Dr. Demet). Bu hastanın en kaldıramayacağı şey başına gelir ve annesini yitirir. Annesinin ölümünden sonra hasta yaşamını tümden anlamsız bulmaktadır. Onun yaşama isteği de kalmamıştır. Birkaç yıl ömrünün kaldığına kesinlikle inanmaktadır. Bir talibini (kendisini beğenen birini) bu nedenle geriye çevirmiştir. Annesi yokken yaşamaya hakkı olmadığına inanmakta, yaşayışını annesine bir ihanet gibi algılamaktadır. Ölümü ona annesiyle yeniden birleşeceği, alıştığı bütünü yeniden sağlayacağı umudunu vermektedir.
Biz bu olguda yaşam kıvancını engelleyen, bireyselliğe, özerkliğe kişinin kendisi olmaya izin vermeyen anne ile oluşturulmuş bütünü özkıyım eğilimlerinin ana nedeni olarak görmüş, öldükten sonraki anneyle birleşme isteklerini ve “yaşamanın anneye bir ihanet olduğu” bilişsel tasarımlarını da tamamlayıcı etmenler olarak değerlendirmiştik.

Hemingway’de Temel ve Tamamlayıcı Nedenler

Hemingway biliyorsunuz silahla kendini vurarak yaşamına son vermiş ünlü bir yazar. Yapıtları ve yaşam biçimiyse böylesi bir sonu hiç ama hiç akla getirmiyor. Çünkü Hemingway romanları, öyküleri ve gerçek yaşamında güc&¨, canlılığı, serüveni ve gençliği, yaşamın doluluğunu ülküleştirmiş. O kadar ki Nobel edebiyat ödülünü almasında etkili “İhtiyar Balıkçı” yaşlı bir balıkçıdır ama bu genç bir balıkçıyı andıran bir yaşlıdır. Amaçları uğruna ölüme meydan okuyan, gözüpek, risk alan erkekler roman kahramanlarıdır genelde. Boğa güreşçileri gibi ölüme yakın, ölümden kaçmayan kişilerdir. Hemingway matador, pikador, banderillocularla birlikte yaşamış, en ünlüleriyle dostluklar kurmuş, savaş muhabirliği yapmış. Hatta yaralanmış. Hep tehlikeyi, olağanüstü olanı, olağanın ötesindekini aramış. Risk, serüven, av partileriyle yaşamını doldurmuş. “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” , “Afrikanın Yeşil Tepeleri”, “ Tehlikeli bir Yaz” gibi yapıtlarında ölümle bir yanyanalığı, ölümle birlikteliği vardır. Tehlikeyle flört ederek ölümle yakınlık sağlamağa çalışır sanki. Hemingway’in yapıtlarının çoğunda ölüm çok yakınındadır, ölümü arıyor, onu yanından uzaklaştırmak istemiyor gibidir. Tüm yaşamını kapsayan bu işaretleri bir yanlarıyla kalıtımsal etmenlerin belirtileri olarak görüyor ve kalıtımsal nedenleri gerçek ile ideal kendilik arasındaki uyuşmazlık gibi ana ruhsal nedenlerin dışında tutmak istemiyorum.
Yapıtlarında &¨lümün bu kadar güncel oluşu, belki de ölüme bir meydan okuyuştur. Kogan tehlikeyle flört edişin ölümü yenme çabaları olduğu görüşünde. Ama bu flört ölümü tanıma çabasıdır belki de. Ölümün yakınında olmak, ölümle tanışmak bir yabancı olmaktan çıkarıyor ölümü. Onu tanılan bir nesne konumuna sokuyor, ölüm gerçeğinin acımasızlığını azaltıyor belki de.
Hemingway yapıtlarında kendi yetersizliğini kendi eksiklerini kaldıramayan bir görüntü verir. İkinci olmak onun huzurunu kaçırır. Olağan olandan adeta nefret eder. Olağan olana yaşamında yer vermez, tüm gücü ile olağan dışılığı arayışını sürdürür. Yazındaki tüm ününe, tüm yaratıcılığına, avdaki rakipsiz keskin nişancılığına karşın hep bir numaralı olamayacağı kaygısını, bunun huzursuzluğunu yaşar. Öykülerinde boğa güreşçileri ve av partilerini anlatışındaki tehlikeli hatta ölümle sonuçlanan rekabet konuları bitmez. Keskin nişancılarla, risk alanlarla, güzüpeklerle sürekli bir rekabet içindedir. Aslında kendi kendisiyle bitmeyen bir yarışma içindedir. Bu yarışma bir yanıyla onu ulaşılmaz olanı yakalamağa güdülerken, diğer yanıyla da huzurunu bozar. Hemingway tüm başarılarına, tüm ününe karşın huzursuz bir kişidir. Başkasının da huzurunu bozan bir kimsedir aslında.

Bir av partisinde biri kendisi biri de av yoldaşı Karl boynuzları çok uzun iki ceylan vururlar örneğin. Hemingway’in hangisinin boynuzlarının daha uzun olduğu sorusu aklından çıkmaz. Sonunda boynuzlar ölçülür. Kendisininki 130 Karl’ınki 140 cm. gelir. O gece kendisinin ve herkesin huzuru kaçırmak için her şeyi yaptığını yazmaktadır Afrikanın Yeşil Tepelerinde. Boynuzların ölçülmesinde ise ulaşılmış olanla, yani reel olanla; gerçekte kendisi de keskin nişancıdır ve iyi bir atış yaparak boynuzları uzun bir ceylanı vurmuştur, ulaşılması amaçlanan yani ideal olan; “ tüm zamanların en uzun boynuzlusunu vurmak”, arasında bitmeyen huzur bozcu bir karşılaştırma vardır. Karşılaştırmada ulaşılmak istenene, yani ülküsel olana saplanış, var olanın da algılanmasını engelliyor. Ulaşılan gerçek “iyi bir ceylanın ustaca vuruluşu” yok sayılıyor. İkinci olmak da huzur kaçırıyor aynı nedenle. Bütün bu nedenlerden dolayı ülküsel olana saplanış, olağandışılığı arama tutkusu bize olağandan, gerçek değerlerden yani Hemingway’ın reel kendiliğinden bir kaçış içinde olduğu düşüncesini veriyor. Tıpkı yasa katlanamayan, yastan kaçan bazı kişilerin duraksızlığı, hiperaktif eylemlerde bulunması, manik savunmalar kullanması gibi.

Öte yandan Heminway’in reel kendiliğinden gözle görülür kaçışı için başka nedenleri de var. Hemingway’in babası ve iki kız kardeşi yaşamlarına özkıyımla son vermişler.
Yani Hamingway bu alanda bir çok kez örselenmiş bir kişi. Bu örselenmelerin kendilik duygusunu olumsuz etkilememesi onu yasa boğmaması, onu yaralamaması olanaksız. Ayrıca Hemingway!in penisinin kü&¸üklüğü de biliniyor. Bu gerçek karısından boşanırken kayıtlara geçmiş. Hemingway penisinin gücünü ve parıltısını yaşayamamış bir kimse. Gerçek kendiliğinde; yakınlarını yitirmiş, yasa batmış, ödipal rekabette yenilgiyi tatmış , ödipal rekabette daha baştan geride kalan güçsüz kendilik tasarımları geniş bir yer tutuyorlar. Olumsuzluklarla bu kadar yüklü reel kendiliğe yaklaşmak zor. Kendisini acımasızca terk eden nesne tasarımları onun reel kendiliğine yakınlaşması ve olumlu bir kendilik duygusunu yaşamasını daha da güçleştiriyor. Böylesi olumsuzlarla yüklü kendilik duygusu gerçek kendilikten kaçışı hızlandırmaktadır.

Bu açıdan bakıldığında Hemingway’in huzursuzluğu, vurulan geyiklerin boynuzlarının uzunluğuna verdiği önem ve kendi yarattığı ideal bir dünyada ve kendi belirlediği ülküsel ölçülerde yaşama dileği özetle ülküsel kendiliğine yakınlaşması daha doğrusu ülküsel kendiliğine yapışması daha çok anlaşılıyor. Çünkü Hemingway’in ülküsel değerlere sarılması ona reel kendiliğinden yani örselenmelerden ve ödaipal yengiden kaçışı da kolaylaştırıyor. Ama aynı örselenmeler, aynı ailede üç kişinin özkıyımla yaşamdan ayrılması, Hemingway’ın özkıyım eyleminde kalıtımsal etmenlerin rolünün göz ardı edilmemesi zorunluluğunu da birlikte getiriyor.

Thyson ideal kendilik tasarımlarının mükemmel, yüce, tümgüçlü algılanan ebeveyni ile çocukların bir yaşında yaptığı deneyimlerden kazandıkları görüşünde. (2001 S. 208). Ebeveynin mükemmel, tümgüçlü ve yüce özellikler taşıyan imgeleri uzun sürelidirler, içselleştirilir ve bu özellikleriyle zaman içinde öznenin; önce kendisini (kendiliği) , sonra nesneleri ve adolesan evresinde ebeveynini değerlendirdiği ölçülere dönüşürler. Buradaki hem kendiliğin hem nesnelerin hem de ebeveyninin reel değil, hoşgörülü değil, ideal ama acımasız ölçülerle değerlendirilmeleri gibi bir çarpıklığı vurgulamak isterim.

Çocuklar ebeveynleriyle haz veren, doyurucu etkileşimsel deneyimler yaparlar. Bu deneyimlerinde çocuklar beğenilmenin, övülmenin, yüreklendirilmenin, sevilmenin tatlılığını da yaşarlar.

Kendi açısından çocuk bu yaşantıların kalmasını ve sürmesini diler. Olumlu deneyimler böylece ülküler, ülküsel amaçlar ve ülküsel tasarımlar gelişmesine neden olur. Tyson’a göre ülküler, ülküsel tasarımlar ve amaçlar Freud’un egoideali diye betimlediği ruhsal birimin içeriğini oluşturmaktadırlar. S. Chassequet- Smirgel’e göreyse nesne ve kendilik tasarımlarıyla benliğin libidinal yatırımlı bölümü ideealbenliktir. Sandler ve yardımcıları ise egoidelinin İdeal Nesne-Çocuk-Kendilik tasarımlarının bir kompozisyonu olarak görülmesini öneriyorlar.



Şimdi biz öznenin kendiliği (kendilik imgelerini), başkaları (nesne imgelerini), ve ebeveynlerini bu &¨lçülerle değerlendirilmesi s&¨re&¸lerine biraz ışık tutalım:

Üstbenliğin iç evrenimizde kurduğu tahtından aslında içimizdeki savcılık makamından bize komutlar vermesi, bize sınırlarımızı göstermesi bitmez. Kernberg’in deyimi ile sürekli bir atak içindedir. Yargılar, azarlar, cezalandırır, yönlendirir. Dahası bizi başkalarıyla karşılaştırır. Aslında başkalarının ülküsel yönleriyle karşılaştırır. Bu karşılaştırmadaki dengesizlik bize insanların bitmeyen bir çilesi gibi görünüyor.

Çünkü sağlıklı görünen kişilerin de sürekli bu değerlendirmeler içinde olduklarını görüyorum. Bu değerlendirme döngüsünü aşamayanlar sürekli kırılıyor darılıyor saldırganlaşıyor. Ayrıca değerlendirmeler yalnızca özsaygının ya da özsevinin yitimine neden olmuyor. Bu karşılaştırma üstbenliğimizi de gazaba getiriyor, ölçüleri aşırılaşıyor, değerlendirmeleri şiddetleniyor, cezaları acımasızlaşıyor. &¨stbenliğin insanları aslında kişinin kendisi ile başkalarını ideal üçlülerle değerlendirirken yeryüzünde hiç bir kişinin bu ideale uymaması ile karşılaştırmanın bir haksızlık olduğu gerçeğini anlayabilecek içgörüsü ya da sağduyusu yok.
İnsan çilesini arttıran başka bir çarpıklıktan daha söz etmek isterim. Oğlan çocuğun babaya olan ödipal öfkesindeki yön değişikliğini:
Genel olarak engellenmelerle karşılaşan, haksızlığa uğrayan çocukların öfkelerini mükemmel ve tümgüçlü ebeveynlerine yöneltme zorluklarını demek istiyorum. Öfke ise boşalma zorundadır, boşalım için nesne aramak zorundadır. Ebeveynlerini bu amaçla kullanamayan çocuk bu kez kendini boşalım nesnesi olarak seçer ve agresonlarını kendisine yöneltir. Burada da benliğin “- sen ebeveynine kızıyor ama kendini cezalandırıyorsun!” diyecek bir içgörüsü ya da sağduyusu yok.
Üstbenlik ve benlikte eksik bu sağduyu ile içgörüyü işlemek değerlendirmelerdeki &¸arpıklığa işaret etmek psikoterapinin öncelikli amaçları arasında yer almalıdır bu nedenle.
Ayrıca reel self’in yani gerçek kendiliğin ülküsel ölçülerle değerlendirilmesi yani reel self’in ideal olanıyla karşılaştırılması bize bir haksızlık, insanoğlunu çileye boğan başka bir haksızlık gibi görünüyor. Bu karşılaştırmada reel kendilik imgesinin ülküsel olanına uygunluğu tek ölçüttür çünkü. İdeal ölçülere uymayan reel self’in var olan olumlu özelliklerinin görülmemesi hatta onların sıfırlanması başka bir haksızlık kaynağıdır. Başkalarına olan öfkenin kendine yöneltilmesiyle haksızlık doruk noktalarına ulaşır. Ama bireylerin kendi kedilerine yaptıkları haksızlığı görmemeleri, ya da haksızlığı doğalmış gibi karşılamaları, hatta bir kesiminin haksızlığı araması daha da büyük bir haksızlıktır. Kişinin aleyhine bir dengesizliktir. Biz bu haksızlık ile reel kendiliği ülküsel ölçülerle değerlendirmedeki dengesizliği, agresyonun kendine yönelmesini, üstbenlik ve benliğin i&¸görü ya da sağduyu eksikliğini özkıyım düşünceleri, girişimleri ve eylemlerinde ciddiye alınacak etmenler olarak görmekteyiz.

Hemingway bu haksızlıkların tümünü kendisine yapıyor. Huzursuzluk anlarında başkaları da bundan nasibini alıyor. Ustaca vurduğu ceylan boynuzlarının on santim az oluşu onun huzurunu kaçırıyor, yani yazar kendi kendine bu yüzden kızıyor, bu yüzden hiçbir şey yapamadığı sonuçlarına varıyor, iyi bir atışla görünür ve gösterilebilir bir ceylan vurduğunu sıfırlıyor. Ünlü bir yazar olduğu sanki umurunda değil. Sanki o ünlü kişi kendisi değilmiş gibi kendine düşmanca davranıyor. Böylece reel kendiliğe yaklaşmış oluyor. Onun ülkülerine sarılması ya da ille de bir numara olma tutkusu, yani ülküsel kendiliğine sarılarak reel kendiliğin olumsuzluklarından uzaklaşma çabaları bir işe yaramıyor huzursuzluk anlarında.
Yaşlanmasıyla sorun daha da şiddetleniyor. Yaşayışını ülkülerine uyacak bir biçimde sürdüremeyecek yaşa gelmeyi ise hiç kaldıramamış görünüyor. Güçsüz olanları, korkakları, riskten kaçanları hiç sevmemiş, yaşlılığı hiç düşünmemiş bir kişinin yaşlılığın sınırlamalarına, yaşlılığın özsevisel kırgınlıklarına katlanmasını, yaşlılığın sorunlarını olgunca karşılamasını düşünmek zor. Hemingway’in bunu yapamadığına ilişkin işaretler boldur.
Bu haksızlıkların ışığında Hemingway’ın yukarda kısa özetini verdiğim yaşamına ruhçözümsel bir yaklaşım bizi onun ruhsal yapısında iyilerle kötülerin bütünleşmediği düşüncesine yaklaştırır. Daha da doğrusu gerçek kendilik ile ülküsel kendiliğin birbirlerine yaklaşmadıklarına aralarında özümsenme olmadığına: Gözüpeklik, risk alma, canlılık, başarıya odaklanma, dinamizm ve gençlik sanki iyilerin (ülküsel kendiliğin) saygıya hak kazananların, güçsüzlük, durağanlık, risk alamamak, yaşlılık kötülerin (gerçek kendiliğin ) yani saygıya hak kazanmayanların, gör&¨lmeyenlerin, sıfırlananların simgeleri konumundadır. Hemingway’ın yaşam öyküsünü bilenler ve yapıtlarını ilgiyle okuyanlar iyiler ve saygıya hak kazananlar ile kötüler saygıya hak kazanmayanlar arasındaki bu bölmeye (splitting) ölüm konularının ve bir sesin daha katıldığını duyumsarlar. Sadece iyi ve ülküsel olanların önemsendiği bir ses duyulmaktadır. İhtiyar Balıkçı’daki gibi tüm olumsuzluklara göğüs gerenler, zorluklara karşı koyanlar, savaşanlar saygıya hak kazanıyorlar. Boğa güreş&¸ileri gibi tehlikeye meydan okuyanlar aranılan kişiler oluyor, onlarla dostluklar kuruluyor. İşittiğimiz aynı ses bize saygıyı hak etmişlerin yaşamaya, varoluşa da hak kazandıklarını fısıldar. Yalnızca onlara yaşama hakkının tanındığını söyler gibidir. Aslında çekingenler, korkaklar, dikkati çekmeyenler Hemingway’ın ilgi alanı dışındadırlar. Bu ilgisizlik yok etmeyi de içeren bir yoksaymadır aslında.

Bitiş.

Varsayımlarımıza ve aldığımız bilgilere dayanarak Hemingway’ın ülküsel değerlere peşindeliğini örselenmiş gerçek kendiliğinden ısrarlı bir kaçış olarak değerlendirmemek olanaksızdır.
Öte yandan gerçek kendiliğinden kaçış ve Hamingway’in tüm yaşam boyu bu kaçış içinde olması reel ve ideal self’in kendi aralarında bütünleşmemiş, kendi içlerinde özümsenmemiş olmalarının inandırıcı bir belgesidir. Dürtü kuramı açısından bu reel kendiliğin agressiv ideal kendiliğinse libidal yatırımlarla yüklenmiş olduğu anlamını taşır. Ama bu özümsenmemşlik yani bu yapısal uyumsuzluk Hemingway’in özkıyım eylemini tümüyle açıklayamaz elbette. Burada kalıtımsal etmenlerin rolünü, bu alandaki bilgisizliğimize karşın, göz ardı etmemek gerekiyor. Ama reel ve ideal self arasındaki uyumsuzluğun önemli bir etmen olarak görmemek de yanlış bir değerlendirmedir kanımızca.
Özellikle gerçek kendiliğin varolan olumlu özelliklerine karşın mükemmel olmadığı, kusursuz ve yüce algılanmadığı için kolay sıfırlanması hatta yok edilecek bir birim olarak anlaşılması özkıyım eyleminin önemli bir nedeni olarak belirginleşiyor. Vakfımız, babası ve kardeşlerinin özkıyım eylemiyle yaşamlarına son verişleriyle örselenen ve ödipal sorunlarla yüklenmiş reel kendiliğe temel bir neden olarak öncelik veriyor;
“Yaşam özkıyımla sonuçlanır, babam ve kardeşlerimin de başka bir seçeneği olmadı” gibi tasarımları özkıyımın temel nedenlerini tamamlayıcı etmenler olarak değrlendiriyoruz.

 

Doç. Dr. Celal Odağ